16 Nisan 2017 referandumuyla birlikte kabul edilen ve 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimiyle yürürlüğe giren “icracı Cumhurbaşkanlığı” adı verilen sistemle, Türkiye, siyaseten yeni bir döneme girdi. 1876’da Kanun-i Esasi’den beri “anayasalı” sistemlerimizde, sırasıyla 1. Meşrutiyet (1876) ve 2. Meşrutiyet (1908) ile aşamalar kaydedilmiş, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ile beraber (1923) ise, ulusal egemenliğe dayalı bir rejim kendisini ifade etmiştir. 1. TBMM’de Kanun-i Esasi tamamen lağvedilmese de, Teşkilat-ı Esasi ile, Cumhuriyet’e giden yolda, önemli dönüşümler yaşanmıştır. Teşkilat-ı Esasi’deki değişiklik ile Cumhuriyet kurulmuştur. İlk mecliste “kuvvetler birliği”ne dayanan, meclis hükümeti sistemi benimsenirken, Atatürk, hem TBMM’nin, hem de yürütmenin başı olmuştur. Ancak zamanla artan gereksinimler doğrultusunda, ayrı bir “icra vekilleri heyeti” yani hükümet ihdas edilmiş, sonra da “Başvekil” yürütmede ön plana geçmiştir. Her bir vekil yani Bakan’ın TBMM tarafından ayrı ayrı seçilmesi, uyumlu hükümet çıkmamasını ortaya koyarken, Atatürk Cumhuriyet’e giden yolda, hükümet bunalımından faydalanarak, Fethi Okyar’ı Başbakanlıktan istifa ettirmiş, “kabine sistemi” ihtiyacını Cumhuriyet’in kuruluşuna hukuki zemin olarak gündeme getirmiş ve başarmıştır. İsmet Paşa da Cumhuriyet’in ilk Başbakanı olmuş, kabinesini belirlemiş ve meclisten güven oyu almıştır.
Cumhuriyet ile birlikte, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları tarihsel aşamalarda yürürlüğe girmiştir. Osmanlı döneminde de Vezir-i azam ya da Sadrazam, bugünkü Başbakan’a yakın görevler ifa etmişlerdir. Türk siyasal yaşamında, Osmanlı dahil pek çok dönemde Başbakan varken, Temmuz 2018’deki yemin töreninden sonra, “Başbakanlık” makamı sadece Cumhuriyet’ten değil, tarihimizden de siliniyor. Bu, ayrı bir tartışma konusu.
1924 anayasası, Teşkilat-ı Esasi kadar olmasa da, “kuvvetler birliği”ne yatkın, bununla birlikte TBMM’yi merkeze alan bir sistem inşa etmiş, “anayasal yargı”, “Cumhurbaşkanı’na veto hakkı” ve hatta “Cumhurbaşkanı’na TBMM’yi fesih hakkı” tanımamıştır. Zannederim anımsatmaya gerek yok, Cumhurbaşkanı Atatürk’tür. 1924 anayasasının en büyük talihsizliği, sadece “tek parti dönemi”nde değil, “çok partili dönem”de de uygulanmasıdır. 14 Mayıs 1950’de İsmet Paşa’nın seçim mağlubiyeti, kendisinin en büyük zaferi olmuş; siyasal iktidar kansız, kavgasız, serbest seçimle ve entrikasız el değiştirmiş ve CHP iktidarı DP’ye devretmiştir. CHP, yeni döneme girmeden 1924 anayasasını değiştirmediği gibi, yeni bir seçim kanunu ve yeni bir siyasal partiler yasası da çıkarmamıştır. Bunun sonucunda, CHP’ye yarayacağı düşünülen anayasal-yasal zemin DP’ye yaramış, “anayasal yargı” olmadığından, DP, çıkardığı yasalarla anayasayı değiştirici güçte kodifikasyon yapmış ve seçim yasasındaki çoğunluk sistemiyle parlamentoda olağanüstü aritmetik üstünlük sağlamıştır. Başbakan Menderes’in “siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” gibi maksadını aşan sözlerinde, hem bu çarpıtılmış çoğunluğun verdiği güç zehirlenmesi, hem de kendi parti grubuna nüfuz edebilme gayreti vardır. Bayar-Menderes ikilisi bu yüzeyde 27 Mayıs’a giden yolda sorunlar yaşarken ve askeri müdahale, “Yassıada mahkemeleri”, “doğal yargıç ilkesine uymama” ve “siyasal idamlarla” tarihe geçerken, paradoksal olarak, anayasa tarihimizin en özgürlükçü anayasasını getirmiştir. İlginçtir, “2. Cumhuriyet” sözü ilk kez o dönemde kullanılmıştır. 1961 anayasası, “kuvvetler ayrılığı”, “anayasal yargı”, “temel hak ve özgürlükler”, “sendikal özgürlükler”, “basın özgürlüğü”, “özerk üniversite”, “akademik özgürlükler”, “nispi seçim sistemi”, ve 1876’dan sonra ilk kez “Meclis-i Ayan” yerine “Senato” kurdurarak, önemli siyasal-toplumsal gelişmelerin önünü açmıştır. “Sosyal devlet” ve “hukuk devleti”, anayasal vazgeçilmezler arasına girmiştir. Ne var ki, J. J. Rousseau tarzı bir anlayışla, Türk Sağı, 1950’lerden beri “mutlak çoğunluk” ve “genel irade” kavramını “milli irade” adıyla “millileştirerek”, 1961 anayasasına muhalefet etmiştir. İlginç bir çelişki ile, 1961, DP’nin devamı AP iktidarı döneminde 1965 sonrası hem uygulanmış, hem de manipüle edilmiştir. 1961 aynı zamanda “planlı kalkınma” ve DPT’yi sosyo-ekonomik yaşamımıza getirmiştir. AP’liler “plan değil pilav istiyoruz” diyerek, bu zemini istismar etmiştir.
12 Mart döneminde “reform” adı altında asker vesayetindeki meclis tarafından budanan anayasa, 1982’deki askeri darbeyle tamamen yürürlükten kaldırıldı. 1982 anayasası, temel hak ve özgürlükleri kısıtlayarak, anayasa kavramını “amayasa” olarak değiştirdi. Her bir özgürlük “ama” bağlacıyla nötralize edildi. Sendikal özgürlükler, akademik özgürlükler, basın ve ifade özgürlüğü kısıtlandı. Senato kaldırıldı. Yüzde 10 seçim barajıyla seçmen iradesinin meclise yansıması engellendi, “yürütme” güçlendirilmeye çalışıldı. Yürütmenin ön plana çıktığı çerçevede, Cumhurbaşkanı, sadece devletin değil, yürütmenin de başı oldu ve geniş atama yetkileri kazandı. Sonraki yıllarda General Evren, Başkanlık ve yarı Başkanlık özlemleriyle anayasayı hazırladıklarını itiraf etti. En büyük garabet de, yürütme organı olan hükümetin başı ile yürütmenin başının ayrılmasıydı. 1980’den sonra, Evren-Özal-Demirel, farklı dönemlerde “Başkanlık” sistemini savundular. Parlamenter teamüller ve güçlü parti liderleri Başbakan olarak garabeti geri planda bıraksa da, Özal, Cumhurbaşkanlığı sürecinde TBMM, hükümete ve kendi partisine nüfuz etmeye çalıştı. Üstelik Başkanlık yanında federasyonun da tartışılmasını istedi. Demirel ise, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, “arkama bakmam” dedi. Hem Özal’ın ANAP’ı, hem de Demirel’in DYP’si, kendilerinden sonra dağıldı.
AKP’de ise, Erdoğan’ın 11 yıllık Başbakanlığından sonra, 2007’deki anayasa değişikliği ile, 2014’te halk oyuyla Cumhurbaşkanı seçilmesi sağlandı. Bu değişiklik, Cumhuriyet mitinglerinin yarattığı gerçeklik algısını yitirme ve metropol meydanlarına inen milyonların sandıkta muhafazakar çoğunluğa karşı yenildiği Cumhurbaşkanı krizi çerçevesindeki seçimler ve referandumla yaşama geçti. 2014’te Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan, “Başkanlık sistemi” konusunda ısrar ettiyse de, bu konu, 2015’teki “iki genel seçim” ve 15 Temmuz 2016’daki FETÖ’cü darbe girişimi sonrası, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 2016 sonbaharındaki “referandum önerisi” ile gündeme gelebildi. Nitekim 16 Nisan 2017’de “tartışmalı bir referandum”la kabul edilen yeni sistem, 2019’da yürürlüğe girmesi beklenirken, yine Bahçeli’nin sürpriz önerisi ile 24 Haziran 2018’de yaşama geçirecek bir aşamaya geldi. 2002’deki “beklenmeyen erken seçim”in mimarı Bahçeli, 24 Haziran seçimleriyle, “bir daha koalisyon olmayacak” gerekçesiyle getirilen, “icracı Cumhurbaşkanlığı”nın ilk koalisyon ortağı oldu. Zira AKP, TBMM’deki salt çoğunluğu yani tek başına yasa çıkarma gücünü kaybetti. Halbuki hesap, yasama-yürütme-yargı’da tek bir siyasi çoğunluğun tezahür etmesiydi.
Bununla birlikte, yeni sistemde, TBMM’nin hükümete “güvenoyu” ve “güvensizlik oyu” verme yetkisi elinden alınmış bulunmaktadır. Başkanlık sistemlerinde ABD aslında temel esin kaynağıdır. Kuvvetler ayrılığı çerçevesinde, her ne kadar, eyalet yani “state”lerden seçilen delegeler ABD Başkanı’nı seçiyor ise de, bu delegelerin tek seferlik oy hakkı vardır. Başka bir Başkan adayına oy verirlerse de “para cezası” ödemektedirler ki, teamüllerde bu yer almamaktadır. İki kanatlı ABD Parlamentosu yani Kongresi’nde her bir Bakan’ın Senato tarafından onaylanması gerekmektedir. Sadece Bakanlar değil, Başkan’ın ulusal güvenlik danışmanı, Genelkurmay Başkanı, Merkez Bankası Başkanı, Büyükelçiler, CIA Başkanı, FBI Başkanı ve pek çok üst düzey bürokratik ve diplomatik atama, Senato’nun genel onayı, bazı durumlarda da, Senato’daki “komite onayları”na bağlıdır. ABD Senatosu’nda her bir state (eyalet demiyorum, çünkü her bir state, yasama-yürütme-yargı yetkisine sahiptir, adı da Amerika Birleşik Eyaletleri değil Devletleri’dir), nüfusuna bakılmaksızın 2 Senatör gönderir. State’lere verilen yetkiler, federal kurumlarda toplanır, ABD Başkanı, şahsında ABD’nin birliğini temsil eder, federal kurumlar da bunu pekiştirir. ABD Kongresi’nin yürütme ve bürokrasi-diplomasi üzerinde çok etkili denetim mekanizmaları vardır, devlet görevlilerini basın karşısında sorguya çekerler.
ABD Başkanı partilidir, ama parti başkanı değildir. Bir yasal engel olmasa da, ABD Başkanları parti liderliği yapmazlar, Trump dışarıdan gelmiştir ama önceki ABD Başkanları genelde “eyalet valisi” diye çevrilen “governor” ya da “Senatör”lükten gelmekte idiler. ABD siyasal sisteminde, partilerin “grup disiplini” ve “grup kararları” yoktur. Her bir parlamenter “fund raising” yani “fon toplama” ve “recruiting primary voter” yani “seçmen kaydetme” becerisine sahip olmak durumundadır. Seçilmeleri buna bağlıdır. Dolayısıyla, parti içi seçimlerden süzülerek gelen vekiller, parti yönetimin vesayeti altında değildir. Zaten şu anda ABD’deki Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti’nin genel başkanlarının adı da bilinmemektedir. Resmi adları da “genel koordinatör”dür ve makamın temsili bir durumu vardır. Bu bağlamda, parti etkisinden ziyade “lobi”lerin finansal gücü ele alınmalıdır, bu da ayrı bir tartışma konusudur.
Türkiye’de ifade edilen icracı Cumhurbaşkanlığı sistemi, “tek meclisli”, “parti grup disiplini ve lider otoritesi”nin hakim olduğu, “Başkanlık kararnameleri” (ABD’de de var) ile Cumhurbaşkanı’na olanak sağlandığı, bütçe yetkisinin verildiği (ABD’de Kongre’nin müdahale yetkileri fazla), Cumhurbaşkanı’nın geniş atama yetkisinin meclis onayından muaf olduğu bir çerçevededir. Üstelik Cumhurbaşkanlığı zemininde 9 ayrı daire kurdurularak, bir nevi “seçimsiz bir mini Senato” ortaya konulmaktadır. Komplike devlet yönetiminde, Cumhurbaşkanlığı siyasal bir vesayet makamı zeminine gelirken, yeni tahliye olan bay Mehmet Altan, diline doladığı “askeri vesayet”ten sonra, bu konuda bir şeyler söyleyecek midir?
Son söz olarak, 1958 5. Cumhuriyet anayasasında Fransa’da da meclise simgesel yetkiler verilmiş, zamanla meclise yeniden birtakım yetkiler iade edilmiştir. İlk bakışta bu sistem sadece Erdoğan için avantajlı gözükse de, artık sonraki dönemlerde “partisiz”, 100 bin imza toplayabilen, parası olan, popüler, “alfa liderler” siyasal yaşamımızda belirebilir. İşte asıl sürpriz o zaman beklenmelidir. Biraz günü bırakıp, geleceği çözümlemek gerekmektedir.
Dr. Deniz TANSİ