http://politikaakademisi.org/2018/05/16/kudus-atesi-dunyamizi-sariyor/
ABD’de 2016 seçimlerinde işbaşına gelen Donald Trump yönetimiyle birlikte beliren süreç, uzun yıllardır bu ülkeyi saran “yeni muhafazakar” siyasaların adeta kendisini istifra etmesiyle kendini realize etmeye başladı. Aslında Trump yemin ettikten hemen sonra, “Kudüs’ün statüsü” hakkında daha Ocak 2017’de kendini bağlayıcı sözler söyledi (http://politikaakademisi.org/2017/01/23/trumpin-israil-yaklasimi/). 2017 sonunda pek çok başkan tarafından bekletilen “Başkanlık onayıyla”, Kudüs hakkında ABD, BM Güvenlik Konseyi kararlarına karşın, hamlesini yaptı (http://politikaakademisi.org/2017/12/06/trump-corpus-seperatum-ve-kudus/). İsrail’in 70. kuruluş yıldönümüne rastlayan 14 Mayıs 2018’de ise, Büyükelçilik açılış töreni şenlik havasında geçerken, sınıra yürüyüş yapan Filistinliler’in üstüne açılan ateşle, 60’dan fazla insanın hayatını kaybettiği bir katliam gerçekleşti. Yaşamın hep zıtlıklarından söz edilir ancak metrelerle ya da en fazla birkaç kilometre arayla yaşanan “yaman çelişki” gerçekten de izaha muhtaçtır.
Aslında göstergeler üzerinden yapılan siyasette, yaşanan eylemler ve bastırma yöntemleri tek başına birer propaganda malzemesi haline gelebiliyor. Hamas, 30 Mart 2018’den beri “geri dönüş eylemleri” adıyla İsrail sınırına kitlesel yürüyüşler yaptırıyor. Elbette bu kapsamdaki tüm yürüyüş ve eylemler silahsız olmuyor. Bu noktada, Filistin içinde de bir siyasal rekabet olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. 1993 Oslo Barış Süreci ile Filistin Otoritesi kurulduğundan beri, Otorite-FKÖ-El Fetih üçlemesinde birleşen siyasal iktidar mekanizması, 2006’da bir süreliğine de olsa, iktidarı Hamas’a kaptırarak büyük panik yaşadı. Aynı yıl yaşanan II. Lübnan Savaşı’nda gerçekleşen Hamas-Hizbullah işbirliği, Hamas’ın kısa süreli iktidarını sonlandırdığı gibi, Hamas’ın Haziran 2007’deki tek yanlı kararıyla Gazze ve Batı Şeria arasında sadece fiziksel değil siyasal yönetimler hatta toplumsal yaşam tarzları da koptu, ayrı ekonomiler oluştu. Gazze’de Hamas adeta devletleşirken, El Fetih İsrail’in kontrolünde, Batı Şeria’da bütünlük dahi sağlayamadı.
Bu gelişmelerle birlikte, İsrail açısından İran’ın bölgedeki varlığı, vekil güçleri hep temel tehdidin bir parçası olarak ele alındı. Barack Obama döneminde soğuklaşan hükümetler arası ilişkiler, Trump döneminde adeta zirve yaptı. Trump, dış politikada, 2 önemli davranışla, kendi anlayışını ifade etti. Bunlardan birincisi, Kudüs’ün tamamını İsrail’in başkenti olarak tanımak, diğeri ise İran’la ilgili Obama döneminde imzalanan “nükleer anlaşma”dan çekilmek idi. İlginç bir zamanlamayla, her iki kararı peşi sıraladı. Mayıs 2018’de, Trump dönemini anlatan “ilkeli realizm” başlığında, (http://politikaakademisi.org/2017/12/19/trumpin-ilkeli-realizm-fantezisi/) herhalde bölge ve dünyayı topyekün kaosa çevirmek ön plana çıktı. İsrail geçenlerde Suriye’deki İran üslerini vurdu, Trump İran tehdidini daha fazla vurgulamaya başladı, Lübnan’da son seçimlerde daha da güçlenen İran yanlısı Hizbullah’la birlikte konular ele alındığında, aklımıza bir yıl öncesi geliyor. Mayıs 2017’deki Ortadoğu gezisinde Trump, iki ülkeyi bu kapsamda değerlendirmişti. Suudi Arabistan’daki “kılıç dansı” ve İsrail’deki “görkemli karşılama”, Trump’ın Ortadoğu siyasetindeki temel ortaklarını işaret etti. İşte tam da bu ortamda, Hamas’ın Mart 2011’den sonraki serüvenine dikkat çekmek gerekiyor. Hamas lideri Halid Meşal, sözde Arap Baharı başlayana kadar, Beşar Esad’ın Suriyesi’nde, Şam’da rejimin himayesinde ikamet ediyordu. Bu dolaylı anlamda İran desteği demekti. Meşal’in Şam’ı terk etmesi, bir dönem, (2012-2013) Muhammed Mursi yönetimindeki İhvan Mısır’ına yaklaşan Meşal, Mursi yıkıldıktan sonra, Katar ve Türkiye zeminine ısınmaya çalıştı. Ancak Katar bu çerçevede daha fazla sahnede yer alıyordu. Hamas’ta bu dönem simgesel bir lider değişimi de oldu. Buna rağmen artık Hamas’ın bu bölgedeki antitesini meşrulaştıracak bir zemin de kalmadı.
Trump-Netanyahu ikilisi ise adeta Obama döneminin acısını çıkararak, bölgede ateşe benzin döken bir perspektifi, sorumsuzca yaşama geçiriyor. Muhafazakar Trump ile, muhafazakar Netanyahu, acaba nasıl bir diplomatik mimari tasarlamaktadırlar? Sormaya çalıştığım şu aslında. Suudi Arabistan bu denklemin neresinde yer alıyor? Medyamızda genelde Türkiye’nin tepkileri, siyasetin söylemi, siyasal iktidar ve muhalefetin Kudüs söylemindeki rekabeti, Türk-İsrail ilişkilerindeki gerginlikler daha çok yer alıyor. Bunların hepsi elbette ayrı birer konu başlığı ve söz edilmesi gereken içeriklerdir. Ancak konu Türkiye’yi de kapsayan bir Ortadoğu kaosunu gündeme getirmektedir. İsrail sadece Filistin konusunda değil, ya da sadece İran karşıtlığında kendisini göstermiyor, aynı zamanda bölgede Kürt siyasetine farklı örgütsel boyutlarıyla tam destek veriyor. Netanyahu’nun Kıbrıs açıklamasında da görüldüğü üzere, Doğu Akdeniz’de kendi doğal gazını Rum Kesimi ve Yunanistan’la Avrupa piyasalarına ulaştıracak çeşitli angajmanları harekete geçirmektedir. Bu bağlamda sadece İran değil, Türkiye de Doğu Akdeniz’den kısmen dışlanmaya çalışılmakta, münhasır ekonomik alanlar konusu, Türkiye’nin tanımadığı bir şemsiyede kurumsallaştırılmaya çalışılmaktadır.
Tekrar Kudüs’e dönersek, ABD-İsrail-Suudi Arabistan-Mısır denklemini düşünmeden sadece gelişen olaylar zemininde yapılacak analizlerde ciddi bir sorun yaşanması mümkündür. Araplar’ın “El Nakba” yani kıyamet günü olarak protesto ettiği, İsrail’in “kuruluş yıldönümü” olarak kutladığı 14 Mayıs, “kanlı Pazartesi” ile bir kez daha ne yazık ki kana bulanmıştır. Çözüm her zaman değindiğimiz üzere, “iki devletli çözüm”, “iki Kudüs” ve kutsal mekanların bulunduğu “eski şehrin” BM himayesinde olmasıdır. “Tek ve bölünemez Kudüs” başlığı “tek devletli çözüm”ü dayatmaktadır ve bunun kabulü asla mümkün değildir. ABD ise, Kudüs anahtarıyla girmeye çalıştığı Ortadoğu’da, kendi “imparatorluğu”nu tasfiye edecek bir sürecin fitilini orta vade için yakmıştır. En çok merak edilen de, Suriye kaosuyla birlikte bölgeye yerleşen Rusya’dır. Sahi Rusya ne yapıyor, bunu takip eden var mı???
Dr. Deniz TANSİ