21 Şubat 2018 Çarşamba

AFRİN’DEKİ SINAV…


http://politikaakademisi.org/2018/02/21/afrindeki-sinav/

Siyasal ve toplumsal olgular, olaylar ve gelişmeler, medya sisteminde “haberleşirken” ister istemez yeniden kurgulanırlar. Bu, bir bakıma iletişim sarmalının vazgeçilmez açıklamalarından biridir. Küresel ve ulusal haber kaynaklarından alınan verilerin kamuoyunda nasıl işlendiği, başlı başına bir bilim alanının konusudur.
Ülkemiz, Ocak 2018’den beri Afrin’de askeri bir operasyon yürütüyor. Öncelikle bunun nedenleri üzerinde durmak gerekirken, kamuoyundaki tartışmalar, hamasi nutuklar ve agresif tenkitlerden öteye gidemiyor. Tane tane anlatmak gerekirse, Türkiye, Afrin’de bir “işgal” hareketi yürütmüyor; 2016 Eylül ayında Fırat Kalkanı Operasyonu’yla başlayan bir strateji sürdürülmeye çalışılıyor. Şöyle ki, 2011 Mart ayından beri Suriye’de yaşanan kaosta, Beşar Esad, özellikle Suriye’nin kuzeyini, PYD/PKK ve onun silahlı gücü YPG adlı terör gruplarına terk etti. Hafız Esad döneminden beri kendi Kürtlerine “vatandaşlık” dahi vermeyen BAAS rejimi, Suriye karıştıktan sonra, neredeyse PYD/PKK’ya otonom bir alan ya da boşluk bahşetti. Peki, PKK/PYD, uluslararası alanda, ne ile meşrulaştırılmaya çalışıldı? IŞİD ile… IŞİD’i kuran, ABD Başkanı Donald Trump’a göre ABD eski Başkanı Barack Obama. Bu, seçim kampanyasının heyecanıyla söylenmiş bir söz olarak geçiştirilemez. Belki de bu söz, şöyle anlamlı bir bütüne dönüştürülebilir; IŞİD, Obama’nın sessiz kalmak zorunda olduğu ABD müesses nizamının tehlikeli bir tasarrufu olarak da nitelenebilir. ABD, bu yolla hem Suriye’ye yerleşmiş, hem de PYD/PKK’yı kendi adına, kendisinin yarattığı IŞİD’le “savaşma” adına vekil güç tayin etmiştir.
Peki, Rusya’nın “Suriye stratejisi” nedir? Amiyane tabiriyle, Rusya, “Esad”ı yedirmemiş”, bu sayede kara, hava ve deniz güçleriyle Suriye’de tahkim yapmış, öte yandan Esad-İran müttefikliğiyle bölgede tayin edici bir çerçeve kazanmıştır. SSCB dönemindeki Tartus’taki deniz üssünü 2008’den, yani Suriye kaosu başlamadan 3 yıl önce yenilemeye başlayan Rusya, Çarlık döneminden bu yana vazgeçmediği “sıcak denizlere inme” hedefini adım adım gerçekleştirirken, artık Doğu Akdeniz’de, buradaki petrol ve doğalgaz yataklarında ve diğer politik-ekonomik konularda söz sahibi olmuştur.
İran ise, yukarıda söz ettiğimiz denklemde, hem bölgesel müttefiki Esad’ı güçlendirir ve kalıcı hale getirirken, Lübnan’daki yapılanması Hizbullah ve Devrim Muhafızları’nın seçkin birlikleri Kasım Süleymani komutasında, Suriye’deki varlığını daha da pekiştirmiş, bu sayede bölgesel siyasaları ve Doğu Akdeniz hedeflerinde avantajlı duruma geçmiştir.
Türkiye’nin konumu ve politikaları, 2011 itibarıyla “Esad’ı devirme” ısrarına dayandığından, bölgedeki gelişmelere karşı, hesap hatalarıyla pekişen çelişkileri içinde eleştirilmiştir. Ancak Avrupa ülkeleri ve Batı’nın görmezden geldiği “mülteci” konusunda, Ankara, sayıları 3 milyonu aştığı tahmin edilen Suriyelilere kucak açmış, ama Suriye içindeki küresel ve bölgesel güçler, bu güçlerin terör uzantıları ve çeşitli örgütlere karşı, deyim yerindeyse “hazırlıksız” yakalanmıştır. Suriye içindeki hemen her cihadçı grubu IŞİD zanneden Batıcı ezberler bir tarafa, “Emevi Camii’nde namaz kılma” hırsları, Orta Doğu’da her an gelişen ve değişen kırılgan ittifaklar, ülkemizin karşısında zor bir “bilanço” yaratmıştır.
Siyasal eleştiriler elbette yapılacak, gerçekler sergilenecek, tartışmalar sürecektir. Ne var ki, Türkiye’nin karşısında oluşan PYD/PKK koridoru, terör antitesi gerçeklilği durumunda, “geçmişte yapılan hatalar ve bugün” tartışması, belki başka bir zaman diliminin konusudur. Zira, Türkiye’nin böyle bir “terör otonomisi”  ile komşu olması kabul edilemez bir durumdur. Bu durumda, değindiğimiz üzere, Fırat Kalkanı Harekatı’ndaki adımları tamamlamak bağlamında, Ocak 2018’de başlayan Afrin Operasyonu, Hatay, Kilis, Fırat Kalkanı Bölgesi ve İdlib arasında kalan “terör adacığı”nı sona erdirmek üzere meşru bir müdafaa hareketidir. Ancak en önemli tartışma konularından biri, Fırat Kalkanı bölgesiyle komşu olan, Fırat’ın batısına geçmiş, Menbiç’te ABD askerleriyle beraber konuşlanan PYD/PKK teröristleridir. Aslında Kobani ve Cizire’ye yani Irak sınırına uzanan bir “terör koridoru”nun Afrin dışındaki varlığı da, halihazırda risk teşkil etmektedir. Türkiye’nin Afrin sonrasında, bu alanlardaki olası hareketliliğine karşı ABD askeri yapılanması engel teşkil etmektedir. Öte yandan, İdlib’den Afrin’e yönelen –Suriye Ordusu değil- Esad milislerinin Afrin’e girişini “bayram” havasında veren bazı medya ve sosyal medya odakları, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin caydırıcı top ateşini ve milislerin geri çekilişine yer vermemektedir.
Buradan hareketle, toplumsal-siyasal bağlamda halen sürdürülen “kutuplaşma”, ülke içinde birlik yaratamamakta, siyasal etiketler kimi zaman ülkemizin en meşru hareketini gölgelemektedir. Oysa sadece PKK/PYD değil, IŞİD’den FETÖ’ye uzanan terör grupları, kimi zaman koordineli, kimi zaman paslaşarak, bölgedeki “düzenli devlet” özelliğini taşıyan sayılı devletlerden birini, Atatürk’ün mirasını ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Asimetrik yapılanmalar, sınırları anlamsız hale getiren nüfus hareketleri, Afganistan-Pakistan sarmalına dönüşme olasılıkları, tehditkar bir ortamı beslemektedir. O yüzden “beka” denildiği zaman dudak bükenler, bir “var oluş” sorununun tetiklendiğini görmezden gelmektedir. PKK terör başı Abdullah Öcalan, Suriye’den 1998 Eylül’ünde ayrılmak zorunda kalınca, Suriye istihbaratı El Muhaberat tarafından kurulmasına olanak sağlanan PYD, PKK terörünün Suriye’deki uzantısıdır. Terör örgütünün PKK/PYD/PJAK zemininde üst koordinasyon kabul ettiği KCK terörünün, Türkiye’deki siyasi yandaşı HDP aracılığıyla ortaya koyduğu belediyelerdeki “özyönetim” anlayışı, Suriye’deki PYD bölgesinde iddia edilen “kantonal” anlayışa paralel bir oluşumu gözler önüne sermektedir.  (Suriye, Hafız Esad döneminden beri ülkemize karşı PKK, ASALA, DHKP/C, TİKKO dahil pek çok terör örgütüne ev sahipliği yapmış, terörü devlet politikası olarak tarihsel zeminde devletlere karşı kullanmıştır.)  PYD/PKK’nın tek küresel hamisi ABD değil, aynı zamanda Rusya’dır. Moskova’daki PYD irtibat bürosunda yer alan terörist Öcalan posterleri ve PKK terörünün afişleri pek çok argümandan, birkaç tanesidir.
Doğrudur, “açılım süreci”nde, terör alan kazanmış, Suriye politikası, parçalanan komşunun artçı sarsıntılarının yarattığı bir iklimle ülkemizi muhatap etmiştir. Ancak gelinen noktada açıkları sergilemekten çok, realpolitik mevcut durumda, “terör antitesi” ile komşu olmaya tahammül edemeyecek bir devlet politikasını gerektirmektedir. İşte bu yüzden, Afrin sınavından, milletçe sınıfta kalmamamız ve bölgedeki riskli duruma karşı demokratik bir dayanışma içinde olmamız gerekir. Fabrika ayarlarına dönülmedikçe, laik ve demokratik Cumhuriyet’e, Atatürk’ün vizyonuna sahip çıkmadıkça, yaptığımız değerlendirmeler ne yazık ki boşlukta kalıyor…

Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

20 Şubat 2018 Salı

CHP DIŞ POLİTİKADA “BUNU HALKA ANLATIR”


http://politus.com.tr/chp-dis-politikada-bunu-halka-anlatir/

Türkiye’de 2002’den beri devam eden siyasal iktidar, 15 yıl içinde kendi dilini, siyaset anlayışını, yaşam tarzını, dünya görüşünü topluma endoktrine etti. Artık düne göre daha muhafazakar bir yaşam tarzı, siyasette otoriter bir yaklaşım sergileniyor, demokrasinin kağıt üzerinde bile olsa, değer açısından anlamını yitirmesi söz konusudur. Tek tip dinsel eğitim; çok ta fazla tepki toplamıyor, adeta bir yabancılaşma yaşanıyor. Yargı ve yasama, 16 Nisan 2017 referandumundan sonra, işlevsel açıdan da, dekoratif bir unsura dönüşüyor, karşımıza otoriter ve hegemonik hevesler taşıyan bir sistem çıkıyor.
Burada elbette sorgulanması gereken,  hegemonik heveslerdir. 1950’lerden beri Sağ iktidarların kanatları altında, 1970’lerden itibaren koalisyon ortağı olarak ta gelişen İslamcı hareket, hem NATO doktinlerinde anti-komünizm parantezine, ulusal-küresel destek buldu, hem de “bizim çocuklar” muamelesi gördü. 1960’larda 2. planlı  kalkınma döneminde, göreli anlamda sanayileşen Türkiye’de, TİP legal sınıf partisi olarak kurulurken, DİSK sınıf sendikacılığı konusunda örgütlendi, DP’nin devamı AP’de temsil edilen Sağ konfederasyon, küçük ve orta ölçekli burjuvazinin örgütü TOBB’un başkanı Prof.Erbakan başkanlığında, MNP-MSP’nin kurulmasıyla parçalandı. Orta Anadolu’da esnaf tabanda, anti-komünist reaksiyoner refleks te MHP olarak, kendi gücünü ortaya koydu. CHP ise, sosyalist TİP ve muhafazakar AP arasında, İsmet Paşa’nın “Orta’nın Solu”, Ecevit’in “Demokratik Sol”uyla, kendisine, sanayileşen Türkiye’de yeni bir ideolojik çizgi çizdi.
İslamcı siyaset, 1950’lerde DP içerisinde, NATO’ya muhalefet etmezken, komünizme karşı, Said-i Nursi gibi tarikat şeyhleriyle, dinci anti-komünizmin bayraktarı oldu. 1960’ların sonundaki Milli Görüş çizgisi, Nakşibendiler’in yeniden siyasette aktif olduğu çerçevede, 1970’lerde ABD’ye ve NATO’ya, sözde Batı eleştiriselliği çerçevesinde, karşı çıkmadı, MC’nin anti-komünizminde, 1950’lerden beri devam eden SSCB’yi “Yeşil Kuşak” ekseninde çevrelemesi kadar “yeşil” oldu. NATO’nun anti-komünizminde, ne içte, ne de dışta, zararlı değil, tam tersi “yararlı çocuklar” oldu.
1980 sonrasında, AB ve ABD karşıtı söylemlerin sahibi Erbakan’ın RP’si, 28 Şubat sürecinin ardından kapatılınca önce FP kuruldu, FP’deki “aksaçlılar-gençler” rekabeti, FP’nin kapatılmasıyla son buldu. Gül’ün genel başkan adaylığıyla temsil edilen “gençler”,  Erdoğan’ın liderliğinde AKP olarak partileşirken, Milli Görüş, SP’de devam etti. AKP, bir yıl sonra iktidara gelirken, “Milli Görüş gömleğini çıkardı”, AB, IMF ve ABD’yle uyumlu bir siyaseti öngördü. 11 Eylül 2001’in ardından, ABD’nin laboratuvar koşullarında ürettiği, piyasa ekonomisi ve ABD’yle uyumlu Ilımlı İslam projesi yaşama geçti.   
AKP, ilk döneminde, AB-ABD uyumunu ön plana çıkarırken, 2007’de cumhurbaşkanlığı sorununu kendi lehine çözdükten sonra, dönemin dışişleri ve başbakan danışmanı Davutoğlu’nun söylemiyle, “oyun kurucu” olmaya soyundu, ABD siyasaları çerçevesindeki bölgesel taşeron politikaları, bölgesel liderlik adı altında vurgulamaya başladı. İlk dönem,  AB’den müzakere tarihi almak, müzakereleri başlatmak,  Kıbrıs’ta AB sürecinin etkisiyle, Annan Planı referandumuna destek vermek gibi çarpıcı başlıklar, ikinci dönemde  yerini Davutoğlu’nun 2009’da dışişleri bakanlığını üstlenmesinden sonra, Erdoğan’ın Davos’ta “one minutes”i ile başlayan ve 2010’da Mavi Marmara ile sonuçlanan Türkiye-İsrail gerilimiyle yürüyen bir  sürece bıraktı. 2010 sonunda başlayan sözde Arap Baharı’nda, Mısır ve Suriye’de “İhvan iktidarları” ve ve “İhvan kuşağı  beklentisinde olan AKP, Mısır’da Mursi’nin Sisi darbesiyle devrilmesi, Suriye’de Esad’ın Rusya desteğiyle iç savaşta başat duruma gelmesi, PYD’nin kantonal özerklik yoluna girmesiyle, Barzani’nin bölgesel aktör olmasıyla, 2014-2016 arasında başbakanlık görevini de yerine getiren Davutoğlu’nun siyasetten el çektirilmesiyle, kimilerine göre restorasyona, kimilerine göre de Batı’dan hızla kopan, Rusya-İran ekseniyle yakınlaşan bir profile evrildi. Son zamanlarda Almanya-AB karşıtı söylemler, NATO’daki varlığın Türkiye ve diğer NATO müttefikleri tarafından sorgulanması, tam da işaret ettiğimiz çelişkileri gün yüzüne çıkarıyor.
PEKİ CHP NE YAPTI?
Siyasal İslam’ın NATO doktrinleri çerçevesinde, 1950’lerden beri palazlandığı ve günümüzdeki çelişkilere vardığı yüzeyde, 2002 sonrası CHP, daha çok Batı’ya eleştirel bakan ve “ulusalcı” refleksle AB-ABD-AKP üçgeninde bir dış politika tasarımını ön plana çıkaran bir dış politika ajandasıyla eleştirildi. Onur Öymen tarafından ifade edilen dış politika çizgisinde, Batılı çevreler, AKP’yi bir “siyasal ortak” olarak görürken, CHP “tutucu” bir etiketle değerlendirildi. Aslında CHP’nin gerek AB müzakeleri, gerekse de Kıbrıs konusunda önemli çıkışları vardı.  Ancak konuların sadece teknik-diplomatik bir kapsam ele alınması, AKP’nin Ilımlı İslam başlığında, Batı’da yarattığı hava, tüm itirazları gölgede bıraktı.
2010 sonrasında ise, genel başkan değişimiyle birlikte, CHP’de Batı’yla yaşanan sorunlar onarılmaya çalışılırken, bu sefer, AKP’nin “yerli-milli” başlığındaki, dominant söyleminde, “Batı’yla işbirliği” içinde bir ana muhalefet görüntüsü, siyasal iktidar ve güdümlü medya tarafından pompalandı.  Dolayısıyla, hep “savunmada” olan CHP, aslında dış politikada Atatürk’ün önderliğindeki kurucu değerlerden başlayarak, günümüzdeki sorunlarda, sosyal demokrasinin evrenselliği ve ulusal çıkarlar zemininde bir sentezi bir türlü siyasallaştırarak harmanlayamadı.
CHP,  Lozan’da ortaya koyduğu, kurucu değerler ve dış politika anlayışında, önce Batılı devletlerle savaştı, sonra da Lozan’da uluslar arası sisteme dahil olan bir devlet yarattı. 1930’larda Montrö Antlaşması’yla Boğazlar’daki haklarımızı tescil ettirdi, Hatay sorununu çözdü, II. Dünya Savaşı’na katılmamayı başardı. Savaş sonrasında, 1947 Truman doktrini ile Türkiye-ABD müttefikliğini başlattı, 1949’da kurulan NATO’ya girişin, ilk adımlarını attı. 1963 Ankara Anlaşması’yla Türkiye-AET (AB) ilişkileri ve üyelik sürecinin tohumlarını attı, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirdi, ABD’nin Haşhaş ekimi yasağını kaldırdı, Ege’de kıta sahanlığı konusundaki haklardan, ülkemizin haberdar olmasını sağladı.
1990’lardaki koalisyon ortaklıklarında, gerek SHP, gerekse CHP çatılarında, AB sürecine katkıda bulunuldu, Gümrük Birliği süreci yaşama geçti.
Bugün CHP’nin inşa ettiği ne varsa, diğer alanlarda olduğu gibi, dış politikada da tasfiye ediliyor. Ortadoğu gündeminde, laik, demokratik, hukuk devleti olarak, yurttaşlığa ve sosyolojik ulus tabanına dayanmayan bir siyaset anlayışı, sadece bölgesel konularda vahim hatalara girmiyor, kendi bütünlüğünü de tehlikeye sokuyor. Türkiye sadece bir Ortadğu ülkesi değil, aynı zamanda, Balkan, Kafkas, Doğu Akdeniz ve Avrupa ülkesi. Dış politikada, çok yönlü bir dış politika yerine, Ortadoğu’ya odaklanan ve oradan da çıkamayan bir siyaset girdabı içindeyiz.
CHP, hem kendi geçmişine, hem de bugüne bakarak, bu farklı coğrafyalarda, Batıcı değil ancak Batılı kimliğiyle, ulusal çıkarlar ve evrensel değerler arasındaki alaşımı ortaya koyacak, “bunu halka anlatamayız” kolaycılığına düşmeyecek, sorunların arkasından değil, önünde yer alacak bir siyasal hareketlilik içine girmek durumundadır.
Türkiye’nin Batı sisteminden kopması, yeni ve belirsiz başka büyük güçlerle, konjonktürel yakınlaşmalar içinde bulunması, ülkenin demokratik değerlerden hızla uzaklaşması ve kendi içinde kronik sorunlarla boğuşması anlamına gelecektir.
Siyasal iktidar, bilinçli olarak, dış politikayı trbünlere karşı oynamaktadır. İsrail’le gerilimde aklış alan iktidar, normalleşmede herhangi bir açıklama yapma gereğini duymamaktadır. Düne kadar “açılım” başlığı altında, farklı siyasi egzersizleri sergilerken, bugünkü siyasetinde de, kendi tabanında garipsenmemektedir.  Kürt siyasetiyle yakınlaşıırken “İslam kardeşliği”, MHP ile işbirliği yaparken “milliyetçi-muhafazkarlık” kartları oynanırken, aynı parantezlerde, CHP, Kürtçü ya da ulusalcı başlıklarıyla hedef alınmaktadır.
AKP’nin en büyük problemi, Gramsci’nin belirttiği hegemonik iktidarı bir türlü kuramamasıdır. Zira Gramsci, bunun için güçlü bir burjuva sınıfı, tarihsel ve küresel bağları, kültürel yapıdaki başatlığı, siyaset ve toplumsal yaşamdaki ağırlığından yani tarihsel bir bloktan söz eder. Siyasal iktdar, böyle bir tarihsel bloğa dayanmadığı için, tüm otoriter zeminlerinde bile, istese de kapsayıcı ve kuşatıcı olamamakta, o yüzden “sürekli bunalım” siyasasıyla, tüm muhalif unsurları, 15 Temmuz sonrası koşullarda, daha da geriletmeye çalışmaktadır.
CHP’nin dünden bugüne ve yarına olan siyasetinde, defansif bir tutum sergileyerek, bugün artık kendisinin olmayan “statükonun bekçisi” gibi davranarak değil, tam tersi fabrika ayarlarını anımsayarak, bugünkü koşullarla harmanlayarak, elbette dünyadaki sosyal demokrat partilerle dayanışarak, yeniden bir vizyon sergilemesi, mevcut siyaset oyununu bozması ve oyunu değiştirmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin, dünyadaki değişimlerle birlikte, yeni ulusal güvenlik parametreleri, öncelikle demokrasi,  çağdaş ekonomi, hukuk devleti, laik düzendir. Bunu koruyabilmenin yolu, AB perspekfini kaybetmeden, ABD ile ilişkileri dengeleyen, NATO’daki konumunu koruyan; bu temel eksenlerin yanısıra Rusya ve Çin dahil, bölge ülkeleriyle ilişkileri meczeden bir bakış açısı gerekmektedir.
CHP “bunu halka anlatır”…