14 Aralık 2018 Cuma

FIRAT'IN DOĞUSU'NDAKİ DENKLEM...

2011 Mart'ında Suriye'de o zamanki adıyla sözde Arap Baharı'nın yansımasıyla başlayan kaos, ABD açısından Esad'ı devirme, bölgesel oyuncular açısından "Suriye İhvanı"nı iktidara getirme gibi birtakım fantezilerle yol almıştı. Oysa Suriye kaosu 5. yılında ülkemiz açısından çok farklı bir tablo yaratmıştı. Şöyle ki, siyasal hesaplar, Suriye'de "ılımlı İslam zemini"nde bir İhvan kuşağı talebini öngörürken, bu ülke içinde, Irak'tan doğan, Suriye derinliğine uzanan bir IŞİD kabusunu ortaya koydu. Bu terörist örgütün elemanları, Batı ülkelerinin "maceracı ve sadist" unsurlarından oluşurken, hedef olarak belirlenen Irak-Şam'daki "Şam" vurgusu, sanıldığı gibi Suriye'nin başkenti Şam'ı değil, Levant denilen Hatay'dan Sina yarımadasına uzanan Doğu Akdeniz sahilini ifade ediyordu. O sahil ki, doğal gaz, balıkçılık, askeri konular dahilinde, bugün de Yunanistan'dan İsrail'e, oradan Mısır'a ulaşan çerçevede "münhasır ekonomik alanlar" büyük parantezinde ülkemizin ulusal çıkarlarını zedeleyen bir aşamayı yansıtıyor.
2016 itibarıyla, Suriye ve Irak'ta devlet yapılarının IŞİD dahil farklı terörist örgütlerin elinde parçalandığı, Ortadoğu'nun hızla "devletsizleştiği" bir durum muhatap alınırken, bölgede bir başka terör yapılanmasının, PKK terörünün Suriye'deki PYD şubesinin genişlemesi somut bir zemine geldi. Zira Batı ve Rusya dahil, bölgedeki küresel güçler, "IŞİD'le savaşma" adına PKK/PYD terörüne meşruluk kazandırdılar. Dünya kamuoyunda artan meşruiyeti ve prestijiyle PKK/PYD, IŞİD'in gerilediği alanlarda bir başka "terör antitesi" kurmaya başladı.
Türkiye bu konudaki değerlendirmelerini uluslararası yüzeyde her defasında dile getirmesine karşın, ABD'nin değişen hesaplarıyla yalnızlık hissetmeye başlamıştı. İşte bu noktada 15 Temmuz 2016'da FETÖ'nün darbe girişimi oldu. O dönemde yaşanan "değerli yalnızlık"ta, Kasım 2015'te düşürülen Rus uçağı, gerilen Türk-Rus ilişkileri de durumu pekiştirmişti. ABD-Rusya ile hızla bozulan ilişkilerde, 15 Temmuz bir dönüm noktası oldu. Rusya bu darbe girişiminin bastırılmasında  Türkiye'ye siyasal destek verirken, ilişkiler düzelmeye başladı. Türkiye "değerli yalnızlık" konumundan kurtulurken, söz konusu Türk-Rus yakınlaşmasının en önemli sonuçlarından biri Ağustos 2016-Mart 2017 arasında gerçekleşen Fırat Kalkanı harekatı oldu. Böylece "Fırat'ın batısı"nı "kırmızı çizgi" ilan eden Türkiye, Menbiç dışında bu hatta PKK/PYD'nin Menbiç-Afrin arasındaki birleşmesini engellemiş oldu. Özgür Suriye Ordusu'ndaki yerel unsurlarla realize edilen harekat, PKK/PYD'yi "Fırat'ın doğusu"na yaslandırırken, Türkiye'nin güney sınırlarında bölücü terör örgütünün kuşağı engellenmiş oldu. PKK/PYD'nin Akdeniz hayalleri engellendi.
Ne var ki, Fırat Kalkanı bölgesinin batısında, Hatay ve Gaziantep illerinin sınırındaki Afrin bölgesi, PKK/PYD'nin bu bölgedeki ayakta kalan unsuru olarak, Fırat Kalkanı'ndaki konumu da tehdit edecek bir durumu ortaya koyuyordu. Bunun üzerine, belli girişimlerin ardından, Ocak-Mart 2018'de Afrin'e Zeytin Dalı Harekatı düzenlendi. Yine ÖSO unsurlarıyla yapılan işbirliğinde, totalde "Fırat'ın batısı" kontrol altına alınmış oldu. ABD ile gerçekleştirilen temaslardan sonra, süreç uzatılsa da Menbiç'ye yani PKK/PYD'nin "Fırat'ın batısına" taşan alanında 2018 sonbaharında Türk-ABD askeri devriyeleri ortak gezmeye başlama durumuna geldi.
Bununla birlikte, ABD'nin "Fırat'ın doğusunda" gözlem noktaları kurma kararı, Pentagon'un Türkiye'nin "Fırat'ın doğusuna" olası bir operasyonuna karşı verdiği uyarılar, yine Türk-ABD ilişkilerinde kırılma noktalarını gündeme getirdi. Cumhurbaşkanı'nın "Fırat'ın doğusuna" operasyon sinyalleri, PKK/PYD terör antitesinin "IŞİD'le mücadele" bahanesiyle sadece sınır boyutunda değil, aslında Suriye'nin doğusunda hatta Irak'ta Sincar boyutundaki PKK terör unsurlarıyla, devletsizlik boşluğunda fiili bir durumu işlemeye başladığını gösteriyor. Türkiye 2018 baharında daha kapsamlı müdahalelerle Batı medyasının Dicle Kalkanı olarak adlandırdığı operasyonları Irak'ta yapmıştı, bugün de devam ediyor.
Dolayısıyla "Fırat'ın doğusu" Irak içlerine, oradan Suriye'nin güneydoğusuna sonra da yukarıda ülkemizin birliğine tehdit teşkil edecek, ABD desteğiyle bir oldu-bitti yaratacak potansiyele sahip. Bölünen Suriye'den yeni bir etnik parça koparmak ya da olası bir gevşek federalizmde "kanton" adı altında PKK/PYD özerkliği kazanmak, ciddi bir aşamaya ulaşmıştır. Rusya, "Suriye Levantı"ndan Halep'e yönelen bir "Esad-BAAS butik Suriye"si ile Doğu Akdeniz'e Tartus deniz üssüyle yerleşirken, ABD yatırımını PKK/PYD antitesine mi yapmaktadır? Rusya ile yakınlaşan Türkiye'yi PKK/PYD uğruna kaybetmeyi göze mi almaktadır? Bir soru daha, aslında 1990'lardan, Körfez Savaşları'ndan beri ABD bölgede bir Kürt devletini zaten tasarlamakta ise, PKK/PYD bu tasarının neresinde yer almaktadır. Suriye-Irak'ta kaybolan merkezi otorite, Irak'ın kuzeyinde Barzani ile doldurulurken, Fırat'ın doğusundaki Suriye'de PKK/PYD ile mi doldurulacak, buradan bir başka "büyük hayale" mi ulaşılacaktır?
Türkiye'nin planladığını duyurduğu harekat, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatı'nın devamı olarak gözükmektedir. Ancak ABD, geriye kalan alanda ne tür bir strateji izleyecektir? Belki PKK/PYD antitesi ABD gözlem noktalarının ardında Türkiye sınırından göreli olarak uzaklaşma taktiğini güdecektir. Ama bu da mevcut sorunlu zemini ortadan kaldırmayacaktır.
Denklem bu aşamada çok bilinmeyenli bir tarzda ele alınmaktadır. Ve önümüzdeki yıllardaki "yeni Ortadoğu" hesaplarını da biçimlendirecektir...

8 Aralık 2018 Cumartesi

"SARI YELEKLİLER", NEO LİBERALİZM, FAŞİZM...

17 Kasım 2018'de Fransa'da akaryakıta %23 oranında zammı protesto ile başlayan ve işçilerin giydiği "sarı yelek"le simgeleşen olaylar, neredeyse Avrupa kıtasını sarmak üzere... 4 Aralık'ta Macron yönetimi, zamla ilgili kararı 6 ay erteleyerek bir nefes almaya çalıştıysa da, 8 Aralık 2018 itibarıyla yapılan gösteri çağrıları sadece Paris ve Fransa'da değil, Belçika ve Hollanda'yı da saran bir ateşe dönüştü.
8 Aralık aslında kendi başına bir milat olarak gözükmektedir. Zira Fransa içinde yaşandığı varsayılan bir ekonomik-siyasal kriz denklemi, ülke dışına çıkarak başka başlıkları ön plana çıkardı. Bu arada Macron hükümeti de bir önceki Hollande hükümeti gibi aynı siyasetin uygulayıcısı ve kurbanı oldu. Bunun adını doğru koyalım: NEO LİBERALİZM VE KÜRESELLEŞME. Aslında bunlarla bağlantılı olan bir başka uluslar üstü olmaya çalışan örgüt te  yol ayrımına geldi. O da hiç kuşkusuz AVRUPA BİRLİĞİ...
Neo liberalizm günümüz itibarıyla çeşitli kılık ve kimliklerde karşımıza çıkabiliyor. 1980'lerde Reagan ve Thatcher gibi muhafazakarlarla, 1990'larda Blair ve Scröder gibi sol, sosyal demokrat siyasal kimliklerle yerkürede kendisini ifade etti. Kimi zaman İslamcı, kimi zaman laik, kimi zaman Katolik ya da anti semitik veya siyonizm etiketi altında belirdi. Deyim yerindeyse inanca ya da dünya görüşüne dayanan siyasetlerin içini kemirdi, siyaseti renksizleştirdi, ekonomik politikaları aynılaştırdı. Ne idi ortak söylemler: Özelleştirme, kamu harcamalarını kısma, sosyal hakları askıya alma, sosyal güvenceyi mezarda emekliliğe dönüştürme, sendikasızlaştırma, her tür demokratik hakkı ülkesine göre az ya da çok kısıtlama, kamuda reform, devlet memurluğunu sulandırma, sözleşmeli personeli kamuda yayma, taşeronlaştırma, iş güvencesini ortadan kaldırma, kıdem tazminatlarını tasfiye etme ve bu satırlara sığamayacak pek .çok başlık, birbiriyle çelişen hatta düşmanlaşan siyasetlerin ortak ekonomik-siyasal amentüsü haline getirildi.
Soğuk Savaş'ın ardından 1990'lardaki küreselleşme olgusu aslında kapitalizmin küreselleşmesi idi. Yerelleşme adı altında ulusal kimlikler yerini etnik-dinsel aidiyetlere, mikro milliyetçiliklere bıraktı. Böyle olunca, özellikle az gelişmiş ülkelerde, sınıfsal siyasetin yerini feodal değerler aldı. AB ise küreselleşmenin sonucu ya da şampiyonluğu denkleminde kendi içinde "uluslar Avrupası" mı, "bölgeler Avrupası" mı ikileminde bir indirgemecliğe mahkum oldu. AB Avrupa kıtası içinde bir ekonomik-siyasal birliği ABD'nin tarihinden kopya ederek, önce konfederal sonra federal bir entegrasyon zemininde hedefler belirlese de, Brexit ile Britanya'yı kaybettiği gibi, henüz Britanya AB'den aytılma eğiliminde değilken, İskoçya'nın Britanya'dan ayrılma referandumuyla muhatap oldu. Hala İspanya'da Katalonya'nın durumu belirsizliğini korurken, İtalya'da siyasal sürecin içinde etkin olan Lombardiya Ligi'nin kuzeyi ayırma ve ayrılma talebi yerinde durmaktadır.
AB içindeki "gümrük birliği", "ortak para birimi", "ortak ekonomik hedefler", ulusal ekonomilerin konumunu güçsüzleştirmekte, bu zeminde Almanya dışında bir yapısal-ekonomik krizden kaçış zor gözükmektedir. AB'yi "büyük Almanya" yapma kuşkusu, bu söylediklerimizi içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Fransa'da yaşananlar, 1789, 1830, 1848, 1871 devrimleri ya da 1968 baharından farklı özellikler taşımaktadır. İçinde farklı siyasal-sosyal gruplar olsa da, özellikle Irkçı Sağ'ın etkisi göz ardı edilmemelidir. Tıpkı Hollanda'da yaşanan gösterilerdeki Irkçı Sağ ağırlığı gibi. Zira yaşanan krizin faturası göçmen ve mültecilere kesilecek bir otoriter dönemin işaretlerini vermektedir. Bununla birlikte gösterilerde Paris banliyölerinden gelen yurttaş, göçmen ya da kaçak Afrika kökenliler, Sol gruplar, LGBT ve homofobikler, "sarı yelekliler" başlığı altında istemeden de olsa Le Penciler!le birlikte sahada hareket etmek durumunda kalmaktadırlar. Ortak bir siyasal program ve örgütlülüğün olmaması, bu devrim dalgasına benzeyen olaylarda, en örgütlü olan Irkçı siyasetin Fransa ve diğer AB ülkelerinde neo liberal küreselleşmeye karşı faşizmi bir seçenek olarak gündeme getirme potansiyeline sahiptir. Yani devrim kısacası çalınabilir.
Fransa ne 6. Cumhuriyet, ne de Sol dalganın eşiğindedir. Devrimin cumhuriyeti, aydınlanma karşıtı bir karşı devrimin istemeden de olsa karargahı haline gelebilir.
Neo liberalizme gerçekten emekçi sınıfların ve demokratik sosyalist/demokratik sol/sosyal demokratların, özgürlükleri genişleten, emek haklarını arttıran, aydınlanmacı, özgürlükçü, sosyal adaletçi, sosyal devleti güçlendiren demokratik, laik, hukuk devletini esas alan seçeneği gelmezse, Avrupa kıtası bir kez daha faşizmin dğnyaya ödettiği bir sürecin coğrafyası olabilir. Neo kolonyalizmi küreselleşme diya allayıp pullayanlar, kendi hatalarını dünyaya ödetmeye çalışıyorlar. O yüzden S.O.S 

19 Temmuz 2018 Perşembe

İSRAİL: ULUS DEVLET SONRASI

Sadece Ortadoğu çalışmalarında değil uluslararası ilişkilerin pek çok alanında da İsrail konusu her zaman dikkat çekmekte, farklı polemiklere neden olmaktadır. 1897 Dünya Siyonizm Kongresi'nden, 1917 Balfour Deklarasyonuna, 29 Kasım 1947 tarihli, 181 sayılı BM Genel Kurulu'nun "taksim planı"ndan, Mayıs 1948'de İsrail'in "bağımsızlık ilanı"na kadar geçen 50 yıl, "ulus inşa süreci", "devlet kurma hazırlığı" olarak, siyaset bilimi ve sosyal bilimler disiplinlerinde her daim dikkat çekmiştir. Zira, "düzenli göçler"le daha Osmanlı'nın son dönemlerinde başlayan Tel Aviv-Yafa yerleşimleri gün gelmiş, bir devletin teritoryal alanını ifade etmiştir. Bununla birlikte Dünya Siyonizm Kongresi'nin düzenlenme koşulları, Osmanlı coğrafyasının dışında, İsviçre'nin Basel kentinde oluşmuştur. Ve Kongre'ye giden takvim, Orta ve Doğu Avrupa'da, Rusya'da artan Yahudi karşıtı politikalar, anti-semitizmin yaygınlaşması, Theodor Herzl'in hem Kongre'deki işlevini ortaya koymuş, hem de Yahudiler'e "ulusal vatan" kurma düşüncesini Batı kamuoylarında meşrulaştırmıştır. Herzl "Yahudi devleti" kitabında, Yahudiler'in yaşadıkları ülkelerde "ikinci sınıf vatandaş" ya da "göçmen", "misafir" konumunda olduklarını, bu yüzden "kendi ulusal vatanları"nda rahat yaşamaları gereğini, kendince zaruretini dile getirmiştir. İşte bu zihniyetin kilometre taşları, 1917'de Kudüs'ün İngilizler'in eline geçmesinin akabinde, İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour'un adıyla yayınlanan deklarasyonda, Kraliyet hükümeti adına Yahudiler'e "ulusal vatan kurma" vaadiyle ete kemiğe bürünmüştür.
İngltere, 2. Dünya Savaşı sonrası, dekolonizasyon sürecinde, sömürgelerinden "dekolonizasyon" politikası zemininde çekilirken, bu kararın uygulanmasından önce, BM Genel Kurulu 181 sayılı kararıyla, "iki devletli çözüm"ü içeren bir "taksim planı"yla, Yahudi devletini garanti altına almıştır. Düzenli göçlerle ve toprak satın almalarla Yahudiler fiilen kendilerine 181 sayılı kararda verilen "toprak çoğunluğu"nu, nüfusta çoğunluk olmamaların karşın elde etmişlerdi. Bu topraklarda Araplar'ın yaşadığı realitesi, 181 sayılı karardaki, nüfusun çoğunluğu ve toprağın azınlığı olmaları zemininde akıllara  gelmişti.
İsrail, İngiliz sömürge idaresi biter bitmez ilan edilirken, Arap ya da Filistin devleti uygulamaya konulamamış, İsrail devleti, Filistin devletsizliğiyle bir ters orantı çizmişti. Bu "tek devletli çözüm" mantığı aslında 2. Dünya Savaşı'nda Yahudiler'e yönelik Holokost'un maddi tazminatını Almanya'dan, toprak tazminatını ise Avrupa'dan değil, Ortadoğu'dan verilmesiyle sonuçlanan bir tarihsel vicdan muhakemesinin Avrupa'daki yansımasıydı. Halbuki bu bir başka drama, Filistinli Araplar'ın devletsizliği, mülteci konumuna dönüşmeleri ve ekonomik-sosyal felaketleriyle örülen bir başka tarihe mal olmuştu.
İsrail'in bölgedeki varlığı tarihsel olarak bu topraklarda kurulan Yahudi krallıkları, ondan önceleri Hz. Musa'nın Mısır'dan Kudüs'e göçü ve Tanrı'nın vaat ettiği topraklar yüzeyinde açıklanmıştır. Kudüs'te tek tanrılı dinlerin "ilk tapınağı" Hz. Süleyman mabedinin inşası, Hristiyanlar açısından Hz.İsa'nın mirası, Müslümanlar için "ilk kıble" Mescid-i Aksa ve Miraç gecesi derken, "corpus seperatum" olarak BM tarafından ilan edilen "eski şehrin" konumu bile çok tartışmalı olmuştur.
1948-49 Arap-İsrail savaşı İsrail ve Filistin arasında geçmemiştir. Bus savaşta Batı Şeria Ürdün, Gazze ise Mısır tarafından ele geçirilmiş, 1967 ve 1973 savaşlarında, anılan yerlerle birlikte, Golan Tepeleri de İsrail tarafından işgal edilmiş, bu işgal BM GK'nın 1967 tarihli 242 sayılı kararıyla tescillenmiştir. Ne var ki İsrail ABD desteği ve kendi askeri üstünlüğüne güvenerek, işgallerle kendi hukukunu oluşturmuştur.
1993 Oslo süreciyle, İsrail-Filistin Özerk Yönetimi barışına giden yolda, 1958'de El Fetih'in, 1964'de El Fetih'in en büyük bileşeni olduğu FKÖ'nün kurulmasıyla Arap rejimlerinin pek te benimsemediği temelde Filistin'in adı konmuştur. Gelgelelim 1993, 1987 1. İntifada'nın bir sonucu gibi görülse de, 2000'deki "2. İntifada", bu sürecin budanmasına, Filistin Otoritesi içerisinde Hamas'ın güçlenmesine, sonunda 2007'de Hamas'ın Gazze'de tek taraflı yeni rejimiyle Filistin'in bölünmesine engel olamamıştır.
Bugün gelinen noktada çok önemli soru işaretleri vardır. Öncelikle İsrail parlamentosu Knesset'te kabul edilen "ulus-devlet yasası", Fransız devriminden itibaren yurttaşlık temelli, sosyolojik ulus tabanına dayanan liberal milliyetçilik kuramından tamamen farklıdır. Zira bu yasa, etnik-din temelinde ayrımcı bir yurttaş tanımı yapmakta, resmi dil konusunda bile geriye giderek, Arapça'yı yok saymaktadır. Peki İsrail bu yasayla "din devleti" mi olmaktadır? Yanıtı karmaşıktır çünkü İsrail zaten laik bir devlet değildir, ancak etnik-dinsel kimliğin beraber sayılması, yurttaşlığı bir ayrıcalık haline getirmektedir. Araplar'ın 2 milyona yaklaşan varlığı, hukuksal statünün dışına çıkartılmaktadır. Müzakerelerde bile her bir konuyu Tevrat'a dayandırarak, sözgelimi "Kudüs'ün statüsü" masaya  bile getrilemez tavrı, iç ve dış politikasının çerçevesini ortaya koymaktadır. Trump'ın ABD Başkanı olarak göreve gelmesinden sonra İsrail başbakanı Netenyahu (Bibi)nin eli rahatlamış, geçen Mayıs'ta ABD Büyükelçiliği'nin Tel Aviv'den Kudüs'e taşınması kararıyla, kapsamlı çözüm olmadan, fiili işgalin "tek devletli çözüm"e bağlanmasına vesile olmuştur.
Burada klasik ulus-devlet kuramındaki "kendi kaderini tayin hakkı" bile alt üst edilerek, ülkenin sadece belli yurttşlarına "irade hakkı" verilmektedir. İlgili madde şöyle aktarılmaktadır. "Ülkede kendi kaderini tayin etme hakkı sadece Yahudilere aittir, İsrail bir Yahudi devletidir, İsrail dünyadaki tüm Yahudilerin tarihi anavatanıdır, hukukta bir boşluk olduğunda Yahudi şeriatı referans alınacaktır, dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail'e dönme hakkı vardır, Yahudilerin dini günleri resmi tatil sayılacaktır ve İsrail'in başkenti Kudüs'tür."  https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilde-yahudi-ulus-devlet-yasasi-kabul-edildi/1208156
Bildiğimiz vatan ve ulus kavramları bu kapsamda yer değiştirmiş, İsrail ülke içindeki ve dışındaki Yahudiler'in "tek devleti" olarak ilan edilirken, kendi yurttaşı olan Araplar'ı, kademeli bir yurttaşık konumunda ele alan bir ülke olarak değerlendirilmiştir. İlginç olan bir başka konu da, İsrail'in "yazılı bir anayasası"nın olmamasıdır. Dolayısıyla bu yasal değişiklik "anayasal zeminde" bir temel yasa olarak ele alındığı takdirde, Batı tipi ulus-devletle ilgisiz bir amorf yapı oluşmaktadır. 
Yerkürenin herhangi bir coğrafyasında yaşayan Yahudi kökenli bir kişi başvurduğu takidirde "doğal İsrail yurttaşı" olurken, İsrail devletinin varlığında, Holokost sonrası "ayakta kalma" ve İsrail devletine yönelik herhangi bir tehdit "bir daha asla" refleksiyle ele alınmaktadır. Sefarad ya da Aşkenaz olsa da, Ladino ya da Yidiş konuşsa da, Tevrat'ın dili İbranice'de birleşen, esmer tenli ya da sarı saçlı-mavi gözlü insanların, "Yahudi kimliğinde" oluşturdukları veya oluşturmalarına zemin hazırladıkları İsrail devleti, gerçekten bir ulus devlet mi, ırk devleti mi, din devleti mi yoksa kendine özgün bir yapı mıdır? Ancak bu ayrım/ayrımcı rejim anlayışı ne Yahudiler'e ne Araplar'a ne de insanlığa yaramaktadır. Muhafazakar siyasetin küresel ittifakı yerküre üzerinde potansiyel şiddeti daha da beslemektedir.  

28 Haziran 2018 Perşembe

NEDEN İCRACI CUMHURBAŞKANLIĞI?

16 Nisan 2017 referandumuyla birlikte kabul edilen ve 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimiyle yürürlüğe giren “icracı Cumhurbaşkanlığı” adı verilen sistemle, Türkiye, siyaseten yeni bir döneme girdi.  1876’da Kanun-i Esasi’den beri “anayasalı” sistemlerimizde, sırasıyla 1. Meşrutiyet (1876) ve 2. Meşrutiyet (1908) ile aşamalar kaydedilmiş, Atatürk’ün kurduğu  Türkiye  Cumhuriyeti ile beraber (1923) ise, ulusal egemenliğe dayalı bir rejim kendisini ifade etmiştir. 1. TBMM’de Kanun-i Esasi tamamen lağvedilmese de, Teşkilat-ı Esasi ile, Cumhuriyet’e giden yolda, önemli dönüşümler yaşanmıştır. Teşkilat-ı Esasi’deki değişiklik ile Cumhuriyet kurulmuştur. İlk mecliste “kuvvetler birliği”ne dayanan, meclis hükümeti sistemi benimsenirken, Atatürk, hem TBMM’nin, hem de yürütmenin başı olmuştur. Ancak zamanla artan gereksinimler doğrultusunda, ayrı bir “icra vekilleri heyeti” yani hükümet ihdas edilmiş, sonra da “Başvekil” yürütmede ön plana geçmiştir. Her bir vekil yani Bakan’ın TBMM tarafından ayrı ayrı seçilmesi, uyumlu hükümet çıkmamasını ortaya koyarken, Atatürk Cumhuriyet’e giden yolda, hükümet bunalımından faydalanarak, Fethi Okyar’ı Başbakanlıktan istifa ettirmiş, “kabine sistemi” ihtiyacını Cumhuriyet’in kuruluşuna hukuki zemin olarak gündeme getirmiş ve başarmıştır. İsmet Paşa da Cumhuriyet’in ilk Başbakanı olmuş, kabinesini belirlemiş ve meclisten güven oyu almıştır.
Cumhuriyet ile birlikte, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları tarihsel aşamalarda yürürlüğe girmiştir. Osmanlı döneminde de Vezir-i azam ya da Sadrazam, bugünkü Başbakan’a yakın görevler ifa etmişlerdir. Türk siyasal yaşamında, Osmanlı dahil pek çok dönemde Başbakan varken, Temmuz 2018’deki yemin töreninden sonra, “Başbakanlık” makamı sadece Cumhuriyet’ten değil, tarihimizden de siliniyor. Bu, ayrı bir tartışma konusu.
1924 anayasası, Teşkilat-ı Esasi kadar olmasa da, “kuvvetler birliği”ne yatkın, bununla birlikte TBMM’yi merkeze alan bir sistem inşa etmiş, “anayasal yargı”, “Cumhurbaşkanı’na veto hakkı” ve hatta “Cumhurbaşkanı’na TBMM’yi fesih hakkı” tanımamıştır. Zannederim anımsatmaya gerek yok, Cumhurbaşkanı Atatürk’tür. 1924 anayasasının en büyük talihsizliği, sadece “tek parti dönemi”nde değil, “çok partili dönem”de de uygulanmasıdır. 14 Mayıs 1950’de İsmet Paşa’nın seçim mağlubiyeti, kendisinin en büyük zaferi olmuş; siyasal iktidar kansız, kavgasız, serbest seçimle ve entrikasız el değiştirmiş ve CHP iktidarı DP’ye devretmiştir. CHP, yeni döneme girmeden 1924 anayasasını değiştirmediği gibi, yeni bir seçim kanunu ve yeni bir siyasal partiler yasası da çıkarmamıştır. Bunun sonucunda, CHP’ye yarayacağı düşünülen anayasal-yasal zemin DP’ye yaramış, “anayasal yargı” olmadığından, DP, çıkardığı yasalarla anayasayı değiştirici güçte kodifikasyon yapmış ve seçim yasasındaki çoğunluk sistemiyle parlamentoda olağanüstü aritmetik üstünlük sağlamıştır. Başbakan Menderes’in “siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” gibi maksadını aşan sözlerinde, hem bu çarpıtılmış çoğunluğun verdiği güç zehirlenmesi, hem de kendi parti grubuna nüfuz edebilme gayreti vardır. Bayar-Menderes ikilisi bu yüzeyde 27 Mayıs’a giden yolda sorunlar yaşarken ve askeri müdahale, “Yassıada mahkemeleri”, “doğal yargıç ilkesine uymama” ve “siyasal idamlarla” tarihe geçerken, paradoksal olarak, anayasa tarihimizin en özgürlükçü anayasasını getirmiştir. İlginçtir, “2. Cumhuriyet” sözü ilk kez o dönemde kullanılmıştır. 1961 anayasası, “kuvvetler ayrılığı”, “anayasal yargı”, “temel hak ve özgürlükler”, “sendikal özgürlükler”, “basın özgürlüğü”, “özerk üniversite”, “akademik özgürlükler”, “nispi seçim sistemi”, ve 1876’dan sonra ilk kez “Meclis-i Ayan” yerine “Senato” kurdurarak, önemli siyasal-toplumsal gelişmelerin önünü açmıştır. “Sosyal devlet” ve “hukuk devleti”, anayasal vazgeçilmezler arasına girmiştir. Ne var ki, J. J. Rousseau tarzı bir anlayışla, Türk Sağı, 1950’lerden beri “mutlak çoğunluk” ve “genel irade” kavramını “milli irade” adıyla “millileştirerek”, 1961 anayasasına muhalefet etmiştir. İlginç bir çelişki ile, 1961, DP’nin devamı AP iktidarı döneminde 1965 sonrası hem uygulanmış, hem de manipüle edilmiştir. 1961 aynı zamanda “planlı kalkınma” ve DPT’yi sosyo-ekonomik yaşamımıza getirmiştir.  AP’liler “plan değil pilav istiyoruz” diyerek, bu zemini istismar etmiştir.
12 Mart döneminde “reform” adı altında asker vesayetindeki meclis tarafından budanan anayasa, 1982’deki askeri darbeyle tamamen yürürlükten kaldırıldı. 1982 anayasası, temel hak ve özgürlükleri kısıtlayarak, anayasa kavramını “amayasa” olarak değiştirdi. Her bir özgürlük “ama” bağlacıyla nötralize edildi. Sendikal özgürlükler, akademik özgürlükler, basın ve ifade özgürlüğü kısıtlandı. Senato kaldırıldı. Yüzde 10 seçim barajıyla seçmen iradesinin meclise yansıması engellendi, “yürütme” güçlendirilmeye çalışıldı. Yürütmenin ön plana çıktığı çerçevede, Cumhurbaşkanı, sadece devletin değil, yürütmenin de başı oldu ve geniş atama yetkileri kazandı. Sonraki yıllarda General Evren, Başkanlık ve yarı Başkanlık özlemleriyle anayasayı hazırladıklarını itiraf etti. En büyük garabet de, yürütme organı olan  hükümetin başı ile yürütmenin başının ayrılmasıydı. 1980’den sonra, Evren-Özal-Demirel, farklı dönemlerde “Başkanlık” sistemini savundular. Parlamenter teamüller ve güçlü parti liderleri Başbakan olarak garabeti geri planda bıraksa da, Özal, Cumhurbaşkanlığı sürecinde TBMM, hükümete ve kendi partisine nüfuz etmeye çalıştı. Üstelik Başkanlık yanında federasyonun da tartışılmasını istedi. Demirel ise, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, “arkama bakmam” dedi. Hem Özal’ın ANAP’ı, hem de Demirel’in DYP’si, kendilerinden sonra dağıldı.
AKP’de ise, Erdoğan’ın 11 yıllık Başbakanlığından sonra, 2007’deki anayasa değişikliği ile, 2014’te halk oyuyla Cumhurbaşkanı seçilmesi sağlandı. Bu değişiklik, Cumhuriyet mitinglerinin yarattığı gerçeklik algısını yitirme ve metropol meydanlarına inen milyonların sandıkta muhafazakar çoğunluğa karşı yenildiği Cumhurbaşkanı krizi çerçevesindeki seçimler ve referandumla yaşama geçti. 2014’te  Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan,  “Başkanlık sistemi” konusunda ısrar ettiyse de, bu konu,  2015’teki “iki genel seçim” ve 15 Temmuz 2016’daki FETÖ’cü darbe girişimi sonrası, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 2016 sonbaharındaki “referandum önerisi” ile gündeme gelebildi. Nitekim 16 Nisan 2017’de “tartışmalı bir referandum”la kabul edilen yeni sistem, 2019’da yürürlüğe girmesi beklenirken, yine Bahçeli’nin sürpriz önerisi ile 24 Haziran 2018’de yaşama geçirecek bir aşamaya geldi. 2002’deki “beklenmeyen erken seçim”in mimarı Bahçeli, 24 Haziran seçimleriyle, “bir daha koalisyon olmayacak” gerekçesiyle getirilen, “icracı Cumhurbaşkanlığı”nın ilk koalisyon ortağı oldu. Zira AKP, TBMM’deki salt çoğunluğu yani tek başına yasa çıkarma gücünü kaybetti. Halbuki hesap, yasama-yürütme-yargı’da tek bir siyasi çoğunluğun tezahür etmesiydi.
Bununla birlikte, yeni sistemde, TBMM’nin hükümete “güvenoyu” ve “güvensizlik oyu” verme  yetkisi elinden alınmış bulunmaktadır. Başkanlık sistemlerinde ABD aslında temel esin kaynağıdır. Kuvvetler ayrılığı çerçevesinde, her ne kadar, eyalet yani “state”lerden seçilen delegeler ABD Başkanı’nı seçiyor ise de, bu delegelerin tek seferlik oy hakkı vardır. Başka bir Başkan adayına oy verirlerse de “para cezası” ödemektedirler ki, teamüllerde bu yer almamaktadır.  İki kanatlı ABD Parlamentosu yani Kongresi’nde her bir Bakan’ın Senato tarafından onaylanması gerekmektedir. Sadece Bakanlar değil, Başkan’ın ulusal güvenlik danışmanı, Genelkurmay Başkanı, Merkez Bankası Başkanı,  Büyükelçiler, CIA Başkanı, FBI Başkanı ve pek çok üst düzey bürokratik ve diplomatik atama, Senato’nun genel onayı, bazı durumlarda da, Senato’daki “komite onayları”na bağlıdır. ABD Senatosu’nda her bir state (eyalet demiyorum, çünkü her bir state, yasama-yürütme-yargı yetkisine sahiptir, adı da Amerika Birleşik Eyaletleri değil Devletleri’dir), nüfusuna bakılmaksızın 2 Senatör gönderir.  State’lere verilen yetkiler, federal kurumlarda toplanır, ABD Başkanı, şahsında ABD’nin birliğini temsil eder, federal kurumlar da bunu pekiştirir. ABD Kongresi’nin yürütme ve bürokrasi-diplomasi üzerinde çok etkili denetim mekanizmaları vardır, devlet görevlilerini basın karşısında sorguya çekerler.
ABD Başkanı partilidir, ama parti başkanı değildir. Bir yasal engel olmasa da, ABD Başkanları parti liderliği yapmazlar, Trump dışarıdan gelmiştir ama önceki ABD Başkanları genelde “eyalet valisi” diye çevrilen “governor” ya da “Senatör”lükten gelmekte idiler. ABD siyasal sisteminde, partilerin “grup disiplini” ve “grup kararları” yoktur.  Her bir parlamenter “fund raising” yani “fon toplama” ve “recruiting primary voter” yani “seçmen kaydetme” becerisine sahip olmak durumundadır. Seçilmeleri buna bağlıdır. Dolayısıyla, parti içi seçimlerden süzülerek gelen vekiller, parti yönetimin vesayeti altında değildir. Zaten şu anda ABD’deki Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti’nin genel başkanlarının adı da bilinmemektedir. Resmi adları da “genel koordinatör”dür ve makamın temsili bir durumu vardır.  Bu bağlamda, parti etkisinden ziyade “lobi”lerin finansal gücü ele alınmalıdır, bu da ayrı bir tartışma konusudur.
Türkiye’de ifade edilen icracı Cumhurbaşkanlığı sistemi, “tek meclisli”, “parti grup disiplini ve lider otoritesi”nin hakim olduğu, “Başkanlık kararnameleri” (ABD’de de var) ile Cumhurbaşkanı’na olanak sağlandığı, bütçe yetkisinin verildiği (ABD’de Kongre’nin müdahale yetkileri fazla), Cumhurbaşkanı’nın geniş atama yetkisinin meclis onayından muaf olduğu bir çerçevededir. Üstelik Cumhurbaşkanlığı zemininde 9 ayrı daire kurdurularak, bir nevi “seçimsiz bir mini Senato” ortaya konulmaktadır. Komplike devlet yönetiminde, Cumhurbaşkanlığı siyasal bir vesayet makamı zeminine gelirken, yeni tahliye olan bay Mehmet Altan, diline doladığı “askeri vesayet”ten sonra, bu konuda bir şeyler söyleyecek midir?
Son söz olarak, 1958 5. Cumhuriyet anayasasında Fransa’da da meclise simgesel yetkiler verilmiş, zamanla meclise yeniden birtakım yetkiler iade edilmiştir. İlk bakışta bu sistem sadece Erdoğan için avantajlı gözükse de, artık sonraki dönemlerde “partisiz”, 100 bin imza toplayabilen, parası olan, popüler, “alfa liderler” siyasal yaşamımızda belirebilir. İşte asıl sürpriz o zaman beklenmelidir. Biraz günü bırakıp, geleceği çözümlemek gerekmektedir.
Dr. Deniz TANSİ

16 Mayıs 2018 Çarşamba

KUDÜS ATEŞİ DÜNYAMIZI SARIYOR


http://politikaakademisi.org/2018/05/16/kudus-atesi-dunyamizi-sariyor/

ABD’de 2016 seçimlerinde işbaşına gelen Donald Trump yönetimiyle birlikte beliren süreç, uzun yıllardır bu ülkeyi saran “yeni muhafazakar” siyasaların adeta kendisini istifra etmesiyle kendini realize etmeye başladı. Aslında Trump yemin ettikten hemen sonra, “Kudüs’ün statüsü” hakkında daha Ocak 2017’de kendini bağlayıcı sözler söyledi (http://politikaakademisi.org/2017/01/23/trumpin-israil-yaklasimi/).  2017 sonunda pek çok başkan tarafından bekletilen “Başkanlık onayıyla”, Kudüs hakkında ABD, BM Güvenlik Konseyi kararlarına karşın, hamlesini yaptı (http://politikaakademisi.org/2017/12/06/trump-corpus-seperatum-ve-kudus/). İsrail’in 70. kuruluş yıldönümüne rastlayan 14 Mayıs 2018’de ise, Büyükelçilik açılış töreni şenlik havasında geçerken, sınıra yürüyüş yapan Filistinliler’in üstüne açılan ateşle, 60’dan fazla insanın hayatını kaybettiği bir katliam gerçekleşti. Yaşamın hep zıtlıklarından söz edilir ancak metrelerle ya da en fazla birkaç kilometre arayla yaşanan “yaman çelişki” gerçekten de izaha muhtaçtır.
Aslında göstergeler üzerinden yapılan siyasette, yaşanan eylemler ve bastırma yöntemleri tek başına birer propaganda malzemesi haline gelebiliyor. Hamas, 30 Mart 2018’den beri “geri dönüş eylemleri” adıyla İsrail sınırına kitlesel yürüyüşler yaptırıyor. Elbette bu kapsamdaki tüm yürüyüş ve eylemler silahsız olmuyor. Bu noktada, Filistin içinde de bir siyasal rekabet olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. 1993 Oslo Barış Süreci ile Filistin Otoritesi kurulduğundan beri, Otorite-FKÖ-El Fetih üçlemesinde birleşen siyasal iktidar mekanizması, 2006’da bir süreliğine de olsa, iktidarı Hamas’a kaptırarak büyük panik yaşadı. Aynı yıl yaşanan II. Lübnan Savaşı’nda gerçekleşen Hamas-Hizbullah işbirliği, Hamas’ın kısa süreli iktidarını sonlandırdığı gibi, Hamas’ın Haziran 2007’deki tek yanlı kararıyla Gazze ve Batı Şeria arasında sadece fiziksel değil siyasal yönetimler hatta toplumsal yaşam tarzları da koptu, ayrı ekonomiler oluştu. Gazze’de Hamas adeta devletleşirken, El Fetih İsrail’in kontrolünde, Batı Şeria’da bütünlük dahi sağlayamadı.
Bu gelişmelerle birlikte, İsrail açısından İran’ın bölgedeki varlığı, vekil güçleri hep temel tehdidin bir parçası olarak ele alındı. Barack Obama döneminde soğuklaşan hükümetler arası ilişkiler, Trump döneminde adeta zirve yaptı. Trump, dış politikada, 2 önemli davranışla, kendi anlayışını ifade etti. Bunlardan birincisi, Kudüs’ün tamamını İsrail’in başkenti olarak tanımak, diğeri ise İran’la ilgili Obama döneminde imzalanan “nükleer anlaşma”dan çekilmek idi. İlginç bir zamanlamayla, her iki kararı peşi sıraladı. Mayıs 2018’de, Trump dönemini anlatan “ilkeli realizm” başlığında, (http://politikaakademisi.org/2017/12/19/trumpin-ilkeli-realizm-fantezisi/)  herhalde bölge ve dünyayı topyekün kaosa çevirmek ön plana çıktı. İsrail geçenlerde Suriye’deki İran üslerini vurdu, Trump İran tehdidini daha fazla vurgulamaya başladı, Lübnan’da son seçimlerde daha da güçlenen İran yanlısı Hizbullah’la birlikte konular ele alındığında, aklımıza bir yıl öncesi geliyor. Mayıs 2017’deki Ortadoğu gezisinde Trump, iki ülkeyi bu kapsamda değerlendirmişti. Suudi Arabistan’daki “kılıç dansı” ve İsrail’deki “görkemli karşılama”, Trump’ın Ortadoğu siyasetindeki temel ortaklarını işaret etti.  İşte tam da bu ortamda, Hamas’ın Mart 2011’den sonraki serüvenine dikkat çekmek gerekiyor. Hamas lideri Halid Meşal, sözde Arap Baharı başlayana kadar, Beşar Esad’ın Suriyesi’nde, Şam’da rejimin himayesinde ikamet ediyordu.  Bu dolaylı anlamda İran desteği demekti. Meşal’in Şam’ı terk etmesi, bir dönem, (2012-2013) Muhammed Mursi yönetimindeki İhvan Mısır’ına yaklaşan Meşal, Mursi yıkıldıktan sonra, Katar ve Türkiye zeminine ısınmaya çalıştı. Ancak Katar bu çerçevede daha fazla sahnede yer alıyordu. Hamas’ta bu dönem simgesel bir lider değişimi de oldu. Buna rağmen artık Hamas’ın bu bölgedeki antitesini meşrulaştıracak bir zemin de kalmadı.
Trump-Netanyahu ikilisi ise adeta Obama döneminin acısını çıkararak, bölgede ateşe benzin döken bir perspektifi, sorumsuzca yaşama geçiriyor. Muhafazakar Trump ile, muhafazakar Netanyahu, acaba nasıl bir diplomatik mimari tasarlamaktadırlar? Sormaya çalıştığım şu aslında. Suudi Arabistan bu denklemin neresinde yer alıyor? Medyamızda genelde Türkiye’nin tepkileri, siyasetin söylemi, siyasal iktidar ve muhalefetin Kudüs söylemindeki rekabeti, Türk-İsrail ilişkilerindeki gerginlikler daha çok yer alıyor. Bunların hepsi elbette ayrı birer konu başlığı ve söz edilmesi gereken içeriklerdir. Ancak konu Türkiye’yi de kapsayan bir Ortadoğu kaosunu gündeme getirmektedir. İsrail sadece Filistin konusunda değil, ya da sadece İran karşıtlığında kendisini göstermiyor, aynı zamanda bölgede Kürt siyasetine farklı örgütsel boyutlarıyla tam destek veriyor. Netanyahu’nun Kıbrıs açıklamasında da görüldüğü üzere, Doğu Akdeniz’de kendi doğal gazını Rum Kesimi ve Yunanistan’la Avrupa piyasalarına ulaştıracak çeşitli angajmanları harekete geçirmektedir. Bu bağlamda sadece İran değil, Türkiye de Doğu Akdeniz’den kısmen dışlanmaya çalışılmakta, münhasır ekonomik alanlar konusu, Türkiye’nin tanımadığı bir şemsiyede kurumsallaştırılmaya çalışılmaktadır.
Tekrar Kudüs’e dönersek, ABD-İsrail-Suudi Arabistan-Mısır denklemini düşünmeden sadece gelişen olaylar zemininde yapılacak analizlerde ciddi bir sorun yaşanması mümkündür. Araplar’ın “El Nakba” yani kıyamet günü olarak protesto ettiği, İsrail’in “kuruluş yıldönümü” olarak kutladığı 14 Mayıs, “kanlı Pazartesi” ile bir kez daha ne yazık ki kana bulanmıştır. Çözüm her zaman değindiğimiz üzere, “iki devletli çözüm”, “iki Kudüs” ve kutsal mekanların bulunduğu “eski şehrin” BM himayesinde olmasıdır. “Tek ve bölünemez Kudüs” başlığı “tek devletli çözüm”ü dayatmaktadır ve bunun kabulü asla mümkün değildir. ABD ise, Kudüs anahtarıyla girmeye çalıştığı Ortadoğu’da, kendi “imparatorluğu”nu tasfiye edecek bir sürecin fitilini orta vade için yakmıştır. En çok merak edilen de, Suriye kaosuyla birlikte bölgeye yerleşen Rusya’dır. Sahi Rusya ne yapıyor, bunu takip eden var mı???

Dr. Deniz TANSİ

9 Mayıs 2018 Çarşamba

DOĞU AKDENİZ’DE “İRAN KAMPANYASI” HIZLANIYOR


http://politikaakademisi.org/2018/05/09/dogu-akdenizde-iran-kampanyasi-hizlaniyor/

ABD Başkanı Donald Trump’ın “İran’la nükleer anlaşma”dan çekildiğini ilan ettiği gün (https://edition.cnn.com/politics/live-news/trump-iran-nuclear-deal/index.html), İsrail Suriye’deki İran üssünü vurdu. (https://www.telegraph.co.uk/news/2018/05/08/syria-accuses-israel-attacking-army-base-near-damascus/). Bu, elbette bir rastlantı değildi; ama sürpriz olarak da nitelendirilemezdi.
Şöyle ki, sondan başlamak gerekirse, İsrail ve İran, 2004’den beri birbirlerini -“milli güvenlik siyaset belgeleri”nde- karşılıklı olarak “öncelikli tehdit” olarak görüyorlar. İran’ın Doğu Akdeniz’de 1980’lerden beri Suriye’de Beşar Esad ve Lübnan’da Hizbullah’la var olan müttefikliği ve yaşanan savaş ve çatışmalar, İsrail açısından hep bir “vekalet savaşı” olarak nitelendiriliyor. Söz gelimi, 2006’daki II. Lübnan Savaşı, her ne kadar İsrail-Hizbullah çatışması olarak görülse de, İsrail açısından bu savaş aslında İran’la yaşanmış bir savaştı. Yahut Suriye’deki terör gruplarından gelen herhangi bir saldırı, İsrail’e göre İran yapımı bir vekalet savaşı hamlesiydi. Her ne kadar İran yapımı bir örgüt olmasa da, 2011 Arap Kaos’una kadar, Gazze’de Hamas’la yaşanan çatışmalar da İran’ın uzantısı hamleler olarak değerlendiriliyor ve 2007’den itibaren Gazze’ye yönelik “İsrail ablukası” da, İran’ın “silah kaçakçılığı” ya da “terör ihracı” ile ilintirilendiriliyordu. Hamas lideri Halid Meşal de zaten 2011’deki olaylara kadar Şam’da ikamet ediyordu. Suriye’de 2011 Mart’ında Esad karşıtı gösterilerle yansıyan “sözde gecikmiş Arap Baharı”nda, -2016’da normalleşmeye başlasa da- “soğuk barış” görüntüsü veren Türkiye-İsrail ilişkilerinde “ortak rahatsızlık”, Esad karşıtlığında birleşti. Oysa ki 2011 Mart’ına kadar, Türkiye, İsrail-Suriye barışında “kolaylaştırıcı” bir rol üstlenmişti. Bunu bir kenara yazdıktan sonra, İsrail, İran’ın bölgesel, Rusya’nın da küresel anlamda Esad’a yönelik desteğinden ve Suriye’deki varlığından risk algılamaya başladı. Rusya ile doğrudan bir çatışma “imkansız” görülse de, İran’la yaşanan “gerilim birikimi”, beraberinde eski defterleri tekrar gündeme getirdi.
Bu konuda İsrail’de muhafazakar Benyamin Netanyahu hükümetine en büyük destek, 2016’da seçilen ve 2017’de göreve başlayan muhafazakar Cumhuriyetçi Donald Trump’tan geldi. Trump, göreve geldiğinden beri hem İran’a yönelik eski kampanyaları gündeme getirirken, hem de Barack Obama’nın 2016 yazında giderayak imzaladığı “İran nükleer anlaşma”sından memnuniyetsizliğini her seferinde vurguladı. Obama, muhafazakar Netanyahu’yla başkanlığı sürecinde pek çok gerilim yaşamış, hatta Netanyahu ABD Kongresi’ndeki Cumhuriyetçi çoğunluktan da güç alarak, Obama aleyhine Kongre’de konuşma yapma cüretini bile göstermişti.
Trump, Başkanlık görevini üstlendikten sonra, İsrail’i Suudi Arabistan’la birlikte ele aldığı seyahat programında ziyaret ederken, özellikle ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıma kararı ve Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmesi, İran’la ilgili yürüttüğü aleyhte kampanyalarda artık bir noktaya gelindiği gözlemleniyor. Rusya’nın bölgede Suriye-İran’a fiziki, askeri ve siyasi desteğine karşın, İran’a yönelik bir “askeri kampanya”da, doğrudan kendisi değil ama “stratejik ortağı” İsrail, bölgedeki geçmişine dayanarak işi kitlesel bir savaşa dönüştürür mü? En önemli sorulardan biri, Türkiye, Rusya’yla yakınlaşan, ABD ile soğuyan ikliminde İran’a yönelik “olası kampanya”dan uzak durmayı tercih edecek midir? Irak, Lübnan boyutunda İran yanlısı Irak merkezi yönetimi ve Lübnan’daki Hizbullah ortamında, Türkiye belki yine “orta bir yol” bulmayı tercih edecektir. ABD ve İsrail, İran’a karşı “nükleer silah sahibi olduğu kampanya”sını her seferinde dile getirirken, İsrail’in “fiili nükleer güç” olduğu, sav olmaktan öte, fiili bir gerçeklik olarak ele alınmaktadır.
Trump-Netanyahu eksenindeki “İran karşıtı” kampanyanın doğrudan olmasa da siyasal desteği Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’dan gelmektedir. İşte bu ortamda, Soğuk Savaş sonrasının dengeleri, işaret ettiğimiz Rusya’yla birlikte Çin’in bakışı, BM Güvenlik Konseyi’nin kilitlenmesi, ABD-İsrail hükümetlerinin yoğunlaşan yalnızlığı ortamında denklem daha da karmaşık hale gelmektedir. Suriye’de kronikleşen kaos, aslında ülke içinde oynanan oyunu yeniden berraklaştırmaktadır. 2011 Mart ayından beri süregelen Suriye krizinde asıl hedef, ilk baştan beri ne Esad, ne de Suriye’dir. Doğu Akdeniz’de tasfiye edilmeye çalışılan bölgesel güç İran’ın ta kendisidir. Gerisi de bol haritalı, istatistikli, eski güvenlik uzmanlarının tartıştığı etkisiz TV programlarıdır…

14 Nisan 2018 Cumartesi

SURİYE TİYATROSU’NDA YENİ GÖSTERİ!


http://politikaakademisi.org/2018/04/14/suriye-tiyatrosunda-yeni-gosteri/

14 Nisan sabahı 04:00’da ABD-Britanya ve Fransa hava güçlerinin Suriye’nin başkenti Şam’ın yakınlarında, kimyasal silah üretildiğini iddia ettikleri tesisleri vurmaları, bu arada Doğu Akdeniz’deki Tomahawk dolu gemilerden yapılan saldırılar, ortada yeni olmayan ve kabak tadı veren bir manzarayı tekrar ettirdi. ABD, daha önce de Tomahawk’larla Suriye’yi vurmuştu.
2011 Mart’ından beri karıştırılan Suriye’de, ABD’nin en çok endişelendiği, nihai sonuçta istediği tabloyu görememesi; yani Esad’ın hala ayakta kalması ve Rusya ve İran’ın -Suriye’de kronikleşen askeri varlıklarıyla-, Ortadoğu’daki dengelerde gün geçtikçe inisiyatif kaybetmesidir. Suriye kaosu 8. yılına girer ve Esad hala iktidarını sürdürürken, ülkenin kuzeydoğusunda PKK/PYD, Şam’dan Lazkiye’ye ve oradan Halep’e uzanan  derinlikte Esad yönetimi, Hatay’ın güneyindeki İdlib bölgesinde rejim muhalifi muhtelif unsurlar, kuzeybatısında ise Afrin-Fırat Kalkanı hattında Türkiye’nin kontrolünde ÖSO varlığı sürmektedir. Söz konusu karmaşık tabloda, ABD Başkanı Trump’ın iddiasıyla Obama döneminde ABD’nin kurdurduğu ileri sürülen IŞİD hızla büyür ve hızla çökerken, ABD, Suriye içindeki siyasalarını sözde IŞİD’e karşı mücadele eden PKK/PYD’ye dayandırmaktadır. Ne var ki, Esad’ın Rusya-İran koalisyonuyla konumunu güçlendirmesi,  ABD açısından bir “imaj problemi” yaratmaktadır. “İmaj problemi” sözünü özellikle kullandım. Her gün ekranlarımızda boy gösteren askeri ve sosyolojik değerlendirmeleri eşzamanlı ifade eden “uzmanlar” gibi, işin savunma yönünü irdelemek, yüzeysel bir çerçevede kalabilir. Ancak “imaj”dan yola çıkarak, bu atakların, iletişim ve siyaset psikolojisi bağlamında ele almak gerekmektedir.
Batı koalisyonunun vurma gerekçesi, Doğu Guta’da Esad güçlerinin muhalif unsurlara karşı kimyasal silah kullandığı savına dayandırıldı. Aklıma nedense Kıbrıs geldi… 1956 Süveyş Krizi’nde Britanya ve Fransa, Kıbrıs’taki Britanya üslerinden kalkan uçaklarla Mısır’ı vurmuşlardı. Şimdi de çok farklı bir operasyonda, ABD liderliğinde Suriye’yi yine Kıbrıs’taki üslerden bilmem kaçıncı kez vurdular. Kıbrıs’ta “çözüm” diye tutturan Batı vesayetindeki tatlı su sosyalistleri acaba bu duruma ne diyorlar, gerçekten de merak ettim. Yakın geçmişe  dönersek, Britanya ve Fransa, ABD’nin zayıf desteğiyle, NATO şemsiyesinde, 2011 sonrası Libya’yı da vurmuşlar, Kaddafi’yi devirmişler ve Libya’yı “devletsiz” bırakmışlardı. Bugün Rusya ve İran’dan dolayı Suriye’yi “devletsiz”leştiremiyorlar. Bununla birlikte, Suriye’yi fiilen böldüler ve farklı nüfuz alanlarına parsellediler.
Ellerinde cetvelle haritaları ve askeri harekatları iştahla anlatan ekran yüzleri, bu tür çözümlemeleri pek ifade etmeseler de, Suriye tiyatrosundaki 14 Nisan 2018 temsilinde, “kanlı tiyatro”, artık eski inandırıcılığını da yitirmiş durumda gözüküyor. Türk Dış Politikası ise, son Batı operasyonunda oldukça sıkıntılı bir zeminde sınav vermektedir.  Türkiye’de gerçekleşen son zirvede, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran lideri Hasan Ruhani, önemli bir poz vermişlerdi. 15 Temmuz 2016’dan sonra yoğunlaşan, “uçak krizi”ni aşan Türkiye-Rusya ilişkilerinde, son saldırıyla birlikte çelişkiler gün yüzüne çıkmıştır. Türkiye, 2016 sonbaharında başlattığı Fırat Kalkanı harekatıyla ABD vesayetindeki PKK/PYD koridorunu engellerken, Afrin’de kalan “enclave”i ise, 2018 başında realize etmeye başladığı Zeytin Dalı Harekatı’yla kontrol altına almış ve ÖSO’yu bu bölgelerde hakim kılmıştır. Bu hareketlilik ve operasyonel adımlar, Türk-ABD müttefikliği yüzeyinde önemli gerginlikler yaratmıştır. Kamuoyunda ABD’ye karşı “yerli ve milli duruş” ön plana çıkartılırken, Rusya ve İran’ın desteklediği Esad’a karşı, Suriye kaosunun başından beri sürdürülen Esad karşıtlığından vazgeçilmemiştir. Öte yandan, PKK/PYD’ye desteğinden dolayı eleştirilen” müttefik ABD”nin “Esad’ı cezalandıran” vuruşları doğru ve haklı bulunmuştur. Vurguladığımız çelişkiler, zaman geçtikçe daha da “idare edilemez” boyutlara gelme potansiyeline sahiptir. Son dönemde, “nükleer santral işbirliği”, “S-400 füzeleri” alımı derken, artık Rusya geçiştirilecek bir “ilişki modeli” değildir.  PKK/ PYD konusunda uzlaşmaz çelişkilerle süren ABD müttefikliği ise, bu tabloda bir hayli yıpratıcı görünüme sahiptir.
Her ne kadar soğukluk devam etse de, Suriye’yi zaman zaman vuran İsrail ile “Esad karşıtlığı”ndaki ortak payda ise, resmi daha da karmaşık hale getirmektedir. Bilanço daha da genişletilebilir; kaotik ortam yeni çatışma risklerine gebedir. Suriye’de masum olmayanlardan biri de elbette Esad yönetimidir. Hafız Esad’ın Devlet Başkanlığından beri terörü devlet politikası olarak uygulayan BAAS anlayışı, ülkemize karşı da ASALA ve PKK terörünü kullanmıştı. Soğuk Savaş sonrası, 1998’de Türkiye ve İsrail’den “çifte kıskaç” hisseden Suriye, PKK terör örgütü başını göndermek zorunda kalırken, 2000’de Beşar Esad’la birlikte “Batı’ya açılma” politikasını Türkiye üzerinden uygulamaya koymuştu. 2005’teki Refik Hariri suikastiyle Lübnan’dan çekilmek zorunda kalan Suriye, 2009-2011 ABD ve Batı’ya yönelik yakınlaşma siyaseti gütse de, İran’dan vazgeçmemiş, 2008’de Rusya ile birlikte Doğu Akdeniz’deki Tartus deniz üssünü yeniden açma kararını vermiştir.
Bugünkü tiyatroda ise, ABD, bölgedeki geleceğini ve dünya kamuoyundaki görünümünü, bu tür saldırılarla anımsatmaya çalışmaktadır.  Trump, Rusya’nın varlığında, “İran karşıtı koalisyon” kurmakta zorlansa da, Suudi Arabistan ve İsrail’i bu eksende bir araya getirmiş ve Suriye’ye bu bakışı İsrail’in vurucu gücünde ete kemiğe büründürmüştür. Tüm bu karmaşık soruların sonunda Rusya’nın ABD’ye vereceği olası yanıt değer taşımaktadır. Soğuk Savaş’ta bile “dehşet dengesi”yle birbirine dokunmayan iki ülkenin savaşıp “üçüncü dünya savaşı” çıkacağı senaryosundan ise, bir hayli roman yazılabilir, film ve dizi çekilebilir.
Neticede, bu operasyonlar, Guy Debord’un “gösteri toplumu” kuramını akıllara getirmektedir.  Savaş, döviz, heyecan falan derken,  “iletişim” ve “propaganda” faaliyetleri, “gösterişli patlamalar”la yerine getirilmektedir. Medya ise pazarlama görevini icra etmektedir..
 Dr. Deniz TANSİ

21 Şubat 2018 Çarşamba

AFRİN’DEKİ SINAV…


http://politikaakademisi.org/2018/02/21/afrindeki-sinav/

Siyasal ve toplumsal olgular, olaylar ve gelişmeler, medya sisteminde “haberleşirken” ister istemez yeniden kurgulanırlar. Bu, bir bakıma iletişim sarmalının vazgeçilmez açıklamalarından biridir. Küresel ve ulusal haber kaynaklarından alınan verilerin kamuoyunda nasıl işlendiği, başlı başına bir bilim alanının konusudur.
Ülkemiz, Ocak 2018’den beri Afrin’de askeri bir operasyon yürütüyor. Öncelikle bunun nedenleri üzerinde durmak gerekirken, kamuoyundaki tartışmalar, hamasi nutuklar ve agresif tenkitlerden öteye gidemiyor. Tane tane anlatmak gerekirse, Türkiye, Afrin’de bir “işgal” hareketi yürütmüyor; 2016 Eylül ayında Fırat Kalkanı Operasyonu’yla başlayan bir strateji sürdürülmeye çalışılıyor. Şöyle ki, 2011 Mart ayından beri Suriye’de yaşanan kaosta, Beşar Esad, özellikle Suriye’nin kuzeyini, PYD/PKK ve onun silahlı gücü YPG adlı terör gruplarına terk etti. Hafız Esad döneminden beri kendi Kürtlerine “vatandaşlık” dahi vermeyen BAAS rejimi, Suriye karıştıktan sonra, neredeyse PYD/PKK’ya otonom bir alan ya da boşluk bahşetti. Peki, PKK/PYD, uluslararası alanda, ne ile meşrulaştırılmaya çalışıldı? IŞİD ile… IŞİD’i kuran, ABD Başkanı Donald Trump’a göre ABD eski Başkanı Barack Obama. Bu, seçim kampanyasının heyecanıyla söylenmiş bir söz olarak geçiştirilemez. Belki de bu söz, şöyle anlamlı bir bütüne dönüştürülebilir; IŞİD, Obama’nın sessiz kalmak zorunda olduğu ABD müesses nizamının tehlikeli bir tasarrufu olarak da nitelenebilir. ABD, bu yolla hem Suriye’ye yerleşmiş, hem de PYD/PKK’yı kendi adına, kendisinin yarattığı IŞİD’le “savaşma” adına vekil güç tayin etmiştir.
Peki, Rusya’nın “Suriye stratejisi” nedir? Amiyane tabiriyle, Rusya, “Esad”ı yedirmemiş”, bu sayede kara, hava ve deniz güçleriyle Suriye’de tahkim yapmış, öte yandan Esad-İran müttefikliğiyle bölgede tayin edici bir çerçeve kazanmıştır. SSCB dönemindeki Tartus’taki deniz üssünü 2008’den, yani Suriye kaosu başlamadan 3 yıl önce yenilemeye başlayan Rusya, Çarlık döneminden bu yana vazgeçmediği “sıcak denizlere inme” hedefini adım adım gerçekleştirirken, artık Doğu Akdeniz’de, buradaki petrol ve doğalgaz yataklarında ve diğer politik-ekonomik konularda söz sahibi olmuştur.
İran ise, yukarıda söz ettiğimiz denklemde, hem bölgesel müttefiki Esad’ı güçlendirir ve kalıcı hale getirirken, Lübnan’daki yapılanması Hizbullah ve Devrim Muhafızları’nın seçkin birlikleri Kasım Süleymani komutasında, Suriye’deki varlığını daha da pekiştirmiş, bu sayede bölgesel siyasaları ve Doğu Akdeniz hedeflerinde avantajlı duruma geçmiştir.
Türkiye’nin konumu ve politikaları, 2011 itibarıyla “Esad’ı devirme” ısrarına dayandığından, bölgedeki gelişmelere karşı, hesap hatalarıyla pekişen çelişkileri içinde eleştirilmiştir. Ancak Avrupa ülkeleri ve Batı’nın görmezden geldiği “mülteci” konusunda, Ankara, sayıları 3 milyonu aştığı tahmin edilen Suriyelilere kucak açmış, ama Suriye içindeki küresel ve bölgesel güçler, bu güçlerin terör uzantıları ve çeşitli örgütlere karşı, deyim yerindeyse “hazırlıksız” yakalanmıştır. Suriye içindeki hemen her cihadçı grubu IŞİD zanneden Batıcı ezberler bir tarafa, “Emevi Camii’nde namaz kılma” hırsları, Orta Doğu’da her an gelişen ve değişen kırılgan ittifaklar, ülkemizin karşısında zor bir “bilanço” yaratmıştır.
Siyasal eleştiriler elbette yapılacak, gerçekler sergilenecek, tartışmalar sürecektir. Ne var ki, Türkiye’nin karşısında oluşan PYD/PKK koridoru, terör antitesi gerçeklilği durumunda, “geçmişte yapılan hatalar ve bugün” tartışması, belki başka bir zaman diliminin konusudur. Zira, Türkiye’nin böyle bir “terör otonomisi”  ile komşu olması kabul edilemez bir durumdur. Bu durumda, değindiğimiz üzere, Fırat Kalkanı Harekatı’ndaki adımları tamamlamak bağlamında, Ocak 2018’de başlayan Afrin Operasyonu, Hatay, Kilis, Fırat Kalkanı Bölgesi ve İdlib arasında kalan “terör adacığı”nı sona erdirmek üzere meşru bir müdafaa hareketidir. Ancak en önemli tartışma konularından biri, Fırat Kalkanı bölgesiyle komşu olan, Fırat’ın batısına geçmiş, Menbiç’te ABD askerleriyle beraber konuşlanan PYD/PKK teröristleridir. Aslında Kobani ve Cizire’ye yani Irak sınırına uzanan bir “terör koridoru”nun Afrin dışındaki varlığı da, halihazırda risk teşkil etmektedir. Türkiye’nin Afrin sonrasında, bu alanlardaki olası hareketliliğine karşı ABD askeri yapılanması engel teşkil etmektedir. Öte yandan, İdlib’den Afrin’e yönelen –Suriye Ordusu değil- Esad milislerinin Afrin’e girişini “bayram” havasında veren bazı medya ve sosyal medya odakları, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin caydırıcı top ateşini ve milislerin geri çekilişine yer vermemektedir.
Buradan hareketle, toplumsal-siyasal bağlamda halen sürdürülen “kutuplaşma”, ülke içinde birlik yaratamamakta, siyasal etiketler kimi zaman ülkemizin en meşru hareketini gölgelemektedir. Oysa sadece PKK/PYD değil, IŞİD’den FETÖ’ye uzanan terör grupları, kimi zaman koordineli, kimi zaman paslaşarak, bölgedeki “düzenli devlet” özelliğini taşıyan sayılı devletlerden birini, Atatürk’ün mirasını ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Asimetrik yapılanmalar, sınırları anlamsız hale getiren nüfus hareketleri, Afganistan-Pakistan sarmalına dönüşme olasılıkları, tehditkar bir ortamı beslemektedir. O yüzden “beka” denildiği zaman dudak bükenler, bir “var oluş” sorununun tetiklendiğini görmezden gelmektedir. PKK terör başı Abdullah Öcalan, Suriye’den 1998 Eylül’ünde ayrılmak zorunda kalınca, Suriye istihbaratı El Muhaberat tarafından kurulmasına olanak sağlanan PYD, PKK terörünün Suriye’deki uzantısıdır. Terör örgütünün PKK/PYD/PJAK zemininde üst koordinasyon kabul ettiği KCK terörünün, Türkiye’deki siyasi yandaşı HDP aracılığıyla ortaya koyduğu belediyelerdeki “özyönetim” anlayışı, Suriye’deki PYD bölgesinde iddia edilen “kantonal” anlayışa paralel bir oluşumu gözler önüne sermektedir.  (Suriye, Hafız Esad döneminden beri ülkemize karşı PKK, ASALA, DHKP/C, TİKKO dahil pek çok terör örgütüne ev sahipliği yapmış, terörü devlet politikası olarak tarihsel zeminde devletlere karşı kullanmıştır.)  PYD/PKK’nın tek küresel hamisi ABD değil, aynı zamanda Rusya’dır. Moskova’daki PYD irtibat bürosunda yer alan terörist Öcalan posterleri ve PKK terörünün afişleri pek çok argümandan, birkaç tanesidir.
Doğrudur, “açılım süreci”nde, terör alan kazanmış, Suriye politikası, parçalanan komşunun artçı sarsıntılarının yarattığı bir iklimle ülkemizi muhatap etmiştir. Ancak gelinen noktada açıkları sergilemekten çok, realpolitik mevcut durumda, “terör antitesi” ile komşu olmaya tahammül edemeyecek bir devlet politikasını gerektirmektedir. İşte bu yüzden, Afrin sınavından, milletçe sınıfta kalmamamız ve bölgedeki riskli duruma karşı demokratik bir dayanışma içinde olmamız gerekir. Fabrika ayarlarına dönülmedikçe, laik ve demokratik Cumhuriyet’e, Atatürk’ün vizyonuna sahip çıkmadıkça, yaptığımız değerlendirmeler ne yazık ki boşlukta kalıyor…

Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

20 Şubat 2018 Salı

CHP DIŞ POLİTİKADA “BUNU HALKA ANLATIR”


http://politus.com.tr/chp-dis-politikada-bunu-halka-anlatir/

Türkiye’de 2002’den beri devam eden siyasal iktidar, 15 yıl içinde kendi dilini, siyaset anlayışını, yaşam tarzını, dünya görüşünü topluma endoktrine etti. Artık düne göre daha muhafazakar bir yaşam tarzı, siyasette otoriter bir yaklaşım sergileniyor, demokrasinin kağıt üzerinde bile olsa, değer açısından anlamını yitirmesi söz konusudur. Tek tip dinsel eğitim; çok ta fazla tepki toplamıyor, adeta bir yabancılaşma yaşanıyor. Yargı ve yasama, 16 Nisan 2017 referandumundan sonra, işlevsel açıdan da, dekoratif bir unsura dönüşüyor, karşımıza otoriter ve hegemonik hevesler taşıyan bir sistem çıkıyor.
Burada elbette sorgulanması gereken,  hegemonik heveslerdir. 1950’lerden beri Sağ iktidarların kanatları altında, 1970’lerden itibaren koalisyon ortağı olarak ta gelişen İslamcı hareket, hem NATO doktinlerinde anti-komünizm parantezine, ulusal-küresel destek buldu, hem de “bizim çocuklar” muamelesi gördü. 1960’larda 2. planlı  kalkınma döneminde, göreli anlamda sanayileşen Türkiye’de, TİP legal sınıf partisi olarak kurulurken, DİSK sınıf sendikacılığı konusunda örgütlendi, DP’nin devamı AP’de temsil edilen Sağ konfederasyon, küçük ve orta ölçekli burjuvazinin örgütü TOBB’un başkanı Prof.Erbakan başkanlığında, MNP-MSP’nin kurulmasıyla parçalandı. Orta Anadolu’da esnaf tabanda, anti-komünist reaksiyoner refleks te MHP olarak, kendi gücünü ortaya koydu. CHP ise, sosyalist TİP ve muhafazakar AP arasında, İsmet Paşa’nın “Orta’nın Solu”, Ecevit’in “Demokratik Sol”uyla, kendisine, sanayileşen Türkiye’de yeni bir ideolojik çizgi çizdi.
İslamcı siyaset, 1950’lerde DP içerisinde, NATO’ya muhalefet etmezken, komünizme karşı, Said-i Nursi gibi tarikat şeyhleriyle, dinci anti-komünizmin bayraktarı oldu. 1960’ların sonundaki Milli Görüş çizgisi, Nakşibendiler’in yeniden siyasette aktif olduğu çerçevede, 1970’lerde ABD’ye ve NATO’ya, sözde Batı eleştiriselliği çerçevesinde, karşı çıkmadı, MC’nin anti-komünizminde, 1950’lerden beri devam eden SSCB’yi “Yeşil Kuşak” ekseninde çevrelemesi kadar “yeşil” oldu. NATO’nun anti-komünizminde, ne içte, ne de dışta, zararlı değil, tam tersi “yararlı çocuklar” oldu.
1980 sonrasında, AB ve ABD karşıtı söylemlerin sahibi Erbakan’ın RP’si, 28 Şubat sürecinin ardından kapatılınca önce FP kuruldu, FP’deki “aksaçlılar-gençler” rekabeti, FP’nin kapatılmasıyla son buldu. Gül’ün genel başkan adaylığıyla temsil edilen “gençler”,  Erdoğan’ın liderliğinde AKP olarak partileşirken, Milli Görüş, SP’de devam etti. AKP, bir yıl sonra iktidara gelirken, “Milli Görüş gömleğini çıkardı”, AB, IMF ve ABD’yle uyumlu bir siyaseti öngördü. 11 Eylül 2001’in ardından, ABD’nin laboratuvar koşullarında ürettiği, piyasa ekonomisi ve ABD’yle uyumlu Ilımlı İslam projesi yaşama geçti.   
AKP, ilk döneminde, AB-ABD uyumunu ön plana çıkarırken, 2007’de cumhurbaşkanlığı sorununu kendi lehine çözdükten sonra, dönemin dışişleri ve başbakan danışmanı Davutoğlu’nun söylemiyle, “oyun kurucu” olmaya soyundu, ABD siyasaları çerçevesindeki bölgesel taşeron politikaları, bölgesel liderlik adı altında vurgulamaya başladı. İlk dönem,  AB’den müzakere tarihi almak, müzakereleri başlatmak,  Kıbrıs’ta AB sürecinin etkisiyle, Annan Planı referandumuna destek vermek gibi çarpıcı başlıklar, ikinci dönemde  yerini Davutoğlu’nun 2009’da dışişleri bakanlığını üstlenmesinden sonra, Erdoğan’ın Davos’ta “one minutes”i ile başlayan ve 2010’da Mavi Marmara ile sonuçlanan Türkiye-İsrail gerilimiyle yürüyen bir  sürece bıraktı. 2010 sonunda başlayan sözde Arap Baharı’nda, Mısır ve Suriye’de “İhvan iktidarları” ve ve “İhvan kuşağı  beklentisinde olan AKP, Mısır’da Mursi’nin Sisi darbesiyle devrilmesi, Suriye’de Esad’ın Rusya desteğiyle iç savaşta başat duruma gelmesi, PYD’nin kantonal özerklik yoluna girmesiyle, Barzani’nin bölgesel aktör olmasıyla, 2014-2016 arasında başbakanlık görevini de yerine getiren Davutoğlu’nun siyasetten el çektirilmesiyle, kimilerine göre restorasyona, kimilerine göre de Batı’dan hızla kopan, Rusya-İran ekseniyle yakınlaşan bir profile evrildi. Son zamanlarda Almanya-AB karşıtı söylemler, NATO’daki varlığın Türkiye ve diğer NATO müttefikleri tarafından sorgulanması, tam da işaret ettiğimiz çelişkileri gün yüzüne çıkarıyor.
PEKİ CHP NE YAPTI?
Siyasal İslam’ın NATO doktrinleri çerçevesinde, 1950’lerden beri palazlandığı ve günümüzdeki çelişkilere vardığı yüzeyde, 2002 sonrası CHP, daha çok Batı’ya eleştirel bakan ve “ulusalcı” refleksle AB-ABD-AKP üçgeninde bir dış politika tasarımını ön plana çıkaran bir dış politika ajandasıyla eleştirildi. Onur Öymen tarafından ifade edilen dış politika çizgisinde, Batılı çevreler, AKP’yi bir “siyasal ortak” olarak görürken, CHP “tutucu” bir etiketle değerlendirildi. Aslında CHP’nin gerek AB müzakeleri, gerekse de Kıbrıs konusunda önemli çıkışları vardı.  Ancak konuların sadece teknik-diplomatik bir kapsam ele alınması, AKP’nin Ilımlı İslam başlığında, Batı’da yarattığı hava, tüm itirazları gölgede bıraktı.
2010 sonrasında ise, genel başkan değişimiyle birlikte, CHP’de Batı’yla yaşanan sorunlar onarılmaya çalışılırken, bu sefer, AKP’nin “yerli-milli” başlığındaki, dominant söyleminde, “Batı’yla işbirliği” içinde bir ana muhalefet görüntüsü, siyasal iktidar ve güdümlü medya tarafından pompalandı.  Dolayısıyla, hep “savunmada” olan CHP, aslında dış politikada Atatürk’ün önderliğindeki kurucu değerlerden başlayarak, günümüzdeki sorunlarda, sosyal demokrasinin evrenselliği ve ulusal çıkarlar zemininde bir sentezi bir türlü siyasallaştırarak harmanlayamadı.
CHP,  Lozan’da ortaya koyduğu, kurucu değerler ve dış politika anlayışında, önce Batılı devletlerle savaştı, sonra da Lozan’da uluslar arası sisteme dahil olan bir devlet yarattı. 1930’larda Montrö Antlaşması’yla Boğazlar’daki haklarımızı tescil ettirdi, Hatay sorununu çözdü, II. Dünya Savaşı’na katılmamayı başardı. Savaş sonrasında, 1947 Truman doktrini ile Türkiye-ABD müttefikliğini başlattı, 1949’da kurulan NATO’ya girişin, ilk adımlarını attı. 1963 Ankara Anlaşması’yla Türkiye-AET (AB) ilişkileri ve üyelik sürecinin tohumlarını attı, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirdi, ABD’nin Haşhaş ekimi yasağını kaldırdı, Ege’de kıta sahanlığı konusundaki haklardan, ülkemizin haberdar olmasını sağladı.
1990’lardaki koalisyon ortaklıklarında, gerek SHP, gerekse CHP çatılarında, AB sürecine katkıda bulunuldu, Gümrük Birliği süreci yaşama geçti.
Bugün CHP’nin inşa ettiği ne varsa, diğer alanlarda olduğu gibi, dış politikada da tasfiye ediliyor. Ortadoğu gündeminde, laik, demokratik, hukuk devleti olarak, yurttaşlığa ve sosyolojik ulus tabanına dayanmayan bir siyaset anlayışı, sadece bölgesel konularda vahim hatalara girmiyor, kendi bütünlüğünü de tehlikeye sokuyor. Türkiye sadece bir Ortadğu ülkesi değil, aynı zamanda, Balkan, Kafkas, Doğu Akdeniz ve Avrupa ülkesi. Dış politikada, çok yönlü bir dış politika yerine, Ortadoğu’ya odaklanan ve oradan da çıkamayan bir siyaset girdabı içindeyiz.
CHP, hem kendi geçmişine, hem de bugüne bakarak, bu farklı coğrafyalarda, Batıcı değil ancak Batılı kimliğiyle, ulusal çıkarlar ve evrensel değerler arasındaki alaşımı ortaya koyacak, “bunu halka anlatamayız” kolaycılığına düşmeyecek, sorunların arkasından değil, önünde yer alacak bir siyasal hareketlilik içine girmek durumundadır.
Türkiye’nin Batı sisteminden kopması, yeni ve belirsiz başka büyük güçlerle, konjonktürel yakınlaşmalar içinde bulunması, ülkenin demokratik değerlerden hızla uzaklaşması ve kendi içinde kronik sorunlarla boğuşması anlamına gelecektir.
Siyasal iktidar, bilinçli olarak, dış politikayı trbünlere karşı oynamaktadır. İsrail’le gerilimde aklış alan iktidar, normalleşmede herhangi bir açıklama yapma gereğini duymamaktadır. Düne kadar “açılım” başlığı altında, farklı siyasi egzersizleri sergilerken, bugünkü siyasetinde de, kendi tabanında garipsenmemektedir.  Kürt siyasetiyle yakınlaşıırken “İslam kardeşliği”, MHP ile işbirliği yaparken “milliyetçi-muhafazkarlık” kartları oynanırken, aynı parantezlerde, CHP, Kürtçü ya da ulusalcı başlıklarıyla hedef alınmaktadır.
AKP’nin en büyük problemi, Gramsci’nin belirttiği hegemonik iktidarı bir türlü kuramamasıdır. Zira Gramsci, bunun için güçlü bir burjuva sınıfı, tarihsel ve küresel bağları, kültürel yapıdaki başatlığı, siyaset ve toplumsal yaşamdaki ağırlığından yani tarihsel bir bloktan söz eder. Siyasal iktdar, böyle bir tarihsel bloğa dayanmadığı için, tüm otoriter zeminlerinde bile, istese de kapsayıcı ve kuşatıcı olamamakta, o yüzden “sürekli bunalım” siyasasıyla, tüm muhalif unsurları, 15 Temmuz sonrası koşullarda, daha da geriletmeye çalışmaktadır.
CHP’nin dünden bugüne ve yarına olan siyasetinde, defansif bir tutum sergileyerek, bugün artık kendisinin olmayan “statükonun bekçisi” gibi davranarak değil, tam tersi fabrika ayarlarını anımsayarak, bugünkü koşullarla harmanlayarak, elbette dünyadaki sosyal demokrat partilerle dayanışarak, yeniden bir vizyon sergilemesi, mevcut siyaset oyununu bozması ve oyunu değiştirmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin, dünyadaki değişimlerle birlikte, yeni ulusal güvenlik parametreleri, öncelikle demokrasi,  çağdaş ekonomi, hukuk devleti, laik düzendir. Bunu koruyabilmenin yolu, AB perspekfini kaybetmeden, ABD ile ilişkileri dengeleyen, NATO’daki konumunu koruyan; bu temel eksenlerin yanısıra Rusya ve Çin dahil, bölge ülkeleriyle ilişkileri meczeden bir bakış açısı gerekmektedir.
CHP “bunu halka anlatır”…