20 Aralık 2016 Salı

19 Aralık 2016 Pazartesi

YÜRÜTME KRİZİ

https://yerelparadigma.wordpress.com/tavsiyeler-2/ayin-konugu/

Bölümümüzdeki genç meslektaşlarımızın kurduğu Yerel Paradigma'nın "yürütme krizi" sorusunu yanıtladım.

Soru: Neden ‘Yürütme Krizi’nden söz edilmektedir?


Devlet yönetiminde, üç temel kuvvet, kendi konumları zemininde doğru değerlendirilmelidir.  Aslında pek çok farklı rejimde benzer kuvvetler, farklı yöntemlerle varlıklarını sürdürürler. Ancak demokratik sistemin farkı, “kuvvetler ayrılığı” ilkesi yüzeyinde, öncelikle “yürütme”nin denetim ve dengelenmesini sağlamaktır. Şöyle ki, Hobbes’un “Leviathan” metaforunda görüldüğü gibi, devlet gücü kendi haline bırakılırsa sınırsız bir potansiyeli kendi içinde barındırmaktadır.  J.J.Rousseau’nun “genel iradesi”nde tanımlanan, oy ve sandık yoluyla, “milli” vasfıyla belirlendiği ifade edilen güç,  kutsanan çerçevede, “ulusal bir meclis”te, bir siyasi parti çoğunluğu, hatta “tek bir kişi” yönetimine evrilebilir.
İşte bu yüzden çağdaş demokrasiler, ister parlamenter, ister başkanlık ya da yarı başkanlık olsun, yürütmede ifade edilen siyasal iktidarı (gücü) sınırlamaya çalışmışlardır. Leviathan’ı anımsayalım. Sınırsız devlet tahkimatı ve siyasal gücü simgeleyen Leviathan, yedikçe büyüyen bir canavardır.  Söz konusu metafordan yola çıkılarak,  devlete karşı bireyi korumak adına, yazılı anayasalar, siyasal liberalizmle birlikte gündeme gelmiştir. Zaman içinde, tek yerde önce hükümdarda toplanan güç, Montesque’nun işaret ettiği kuvvetler ayrılığı bağlamında, önce parlamentoyla paylaşılmış, sonra da yasama ve yargının kendi kulvarlarında kazandıkları aşamada,  sınırlanan bir bakış açısında ortaya konulmuştur. Yasama, ulusal egemenliği ve gökten yere inen bir anlayışı dışavururken, yargı da ulus adına işlev üstlenmiştir. Ulusal egemenlik burjuvazinin sınıfsal dinamiklerini, yeni iktidar kavramını simgelerken,  süreç içinde sanayileşmeyle birlikte işçi hakları, sosyalist görüşler, genel oy hakkı mücadelesi, sosyal demokrasi; soğuk savaş sonrasında ise sosyal-liberal sentez, neo-liberalizm, küreselleşme, yönetişim gibi başlıklar siyaset bilimi ve kamu yönetimi teorileri içinde yer almıştır.
Bu evrimselleşen dünya siyaset tarihinde, 1930’lu yıllarda yaşanan deneyimlerle, demokratik yöntemlerle iktidara gelen faşizm, demokrasinin intiharı gibi bir gerçekle muhatap olunabileceğini gösterdi. İşte bu yüzden, demokrasiler, çoğunlukçu, sadece sandığa yönelen bir vizyonun yetersiz olabileceğini ete kemiğe büründürürken, çoğulcu, adem-i merkez, elbette laik bir çatıda  anlatılmıştır. Çoğunlukçu milli irade anlayışı, gerilerde kalırken, çoğulcu, laik, toplumsalcı, adem-i merkez ve en önemlisi konsensüse dayanan bir demokrasi, sosyal devlet ilkesiyle bir bütünlüğe kavuşmuştur. Yürütme sınırlanmadığı, anayasamızda da anlatıldığı gibi, yetkili kurum ve kurullar aracılığıyla denetlenmediği ve dengelenmediği sürece, çağdaş demokrasiler dahil pek çok ülkedeki “yürütme krizi” büyüyerek, yapısal ve kronik bir açmaza dönüşecektir.

12 Aralık 2016 Pazartesi

KANLI CUMARTESİ VE TERÖR SARMALI...

http://politikaakademisi.org/2016/12/12/kanli-cumartesi-ve-teror-sarmali/

10 Aralık 2016'da İstanbul'da gerçekleştirilen terör saldırısını UPA'da ele aldım.
ULUSUMUZUN BAŞI SAĞOLSUN...
Bu vesileyle bir kez daha TERÖRÜ LANETLİYORUM...


Pazar sabahı uyandığınızda, eğer apartman görevliniz tarafından eve gazete ve ekmek alınması unutulmuşsa, biraz da öfkeyle, sokağa çıkıp, sonra da havanın güzelliğinin verdiği enerjiyle, “tatil günü”nün keyfini almaya çalışabilirsiniz. Güzel bir kahvaltı da bu keyfi arttırabilir. Yaşamın döngüsü içinde, “sıradan bir Pazar” yaşarken, bir de Cumartesi gecesini düşünün. Genelde Cumartesi, eğlenceye, bazen tuttuğunuz takımın fikstürüne göre maça ayrılabilir, aileyle ya da arkadaşlarla zaman geçirilir. Bu rehavet, sizi Pazar’ın ardından Pazartesi sendromuna ulaştırır.
Yaşamın rutinini bozan sıradışı iyi ya da kötü olaylar vardır. Ancak düşünün, “kanlı bir Cumartesi”nin ardından, Pazar günü cenaze hazırlıkları ya da defin işlemlerine, bazen de Pazartesi ya da diğer günlere sarkan bir “kabuslar zinciri”ne dönüşebilir. Yitip giden genç ve yaşlı yaşamlar, hedef alınan kolluk kuvvetlerinin toplumda yarattığı ağır tahribat, cenazelerin ardından teröre en fazla hayat veren, hala kutuplaşma eğilimi gösteren kesimler, ambulans ve polis sirenlerinin durmadığı bir panik havası, dediklerimizi anlatmaya yeter mi bilemiyorum?
Terörün, uluslararası hukukta bir tanımının olmaması, bu alanda, meşru şiddet kullanma zemininin dışında, küresel ve yerel odakların, gayrımeşru şiddetiyle açıklanmaktadır. O kadar farklı boyutlardan terör kullanılmaktadır ki, her bir saldırının ardından, “kim kime ne mesaj verdi?” sorusu, her gün TV’ye çıkan lafazanlar tarafından ele alınmakta, bu sözde analizler üzerinden, toplum birbirine medya yoluyla kırdırılacak bir noktaya sürüklenmektedir.  Oysa terörün tam da istediği budur. Toplumda bir korku ve panik havası yaratmak, toplumsal farklılıkları siyasallaştırmak, ne idüğü belirsiz bir “iç şiddet” yaratmaktır. Kendi içinde birbirine düşmanlaşmış kesimler, terörün deyim yerindeyse ekmeğine yağ sürmektedir.
Türkiye, özellikle 2015 yazından beri, kentlere odaklanan bir terör sarmalıyla karşı karşıya bulunmaktadır. PKK, IŞİD ve FETÖ terörü, son dönemde, ülkemizi en çok hedef alan alfabetik konumlarda kendilerini göstermektedir. PKK terörü, etnik bir ayrımcılığı, Suriye ve Irak’taki kaostan, PYD terörüyle “ikiz yapısından” hareket ederek, ülkemiz içinde bir kaosu, şiddet yoluyla bir bölünmeyi hedeflerken, IŞİD terörü ise, Irak ve Suriye’deki boşluktan faydalanarak hızla kurduğu ve hızla çöken sözde devletini, ülkemizin içinde kargaşa yaratarak ve toplumda kaos yaratarak, kronikleştirmeye, varlığını sürdürmeye gayret etmektedir.
FETÖ ise, 1950’li yıllardan beri NATO doktrinleri ve ABD müttefikliği zemininde, SSCB’yi “yeşil kuşak”la “çevreleme” politikasından hareket eden Komünizmle Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Cemiyetleri, devlet içinde paralel “kontrgerilla” yapılanmalarının kucağında beslenen, 1970’lerden beri semirilen bir örgütlenmedir. 1970’lerden, 15 Temmuz 2016’ya varan “paralel örgütlenme”, darbe kalkışmasıyla, Türkiye’de bir “iç savaş ortamı” ve “yabancı askeri müdahale” gerçekleştirmeyi planlamıştır. Bu tarihte, kalkışmanın, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ezici çoğunluğu ve halkın sivil direnişiyle bastırılması, önemli bir dönüm noktası olmuşsa da, terör sarmalı kısa bir aradan sonra, 10 Aralık 2016’daki kalleş saldırıyla devam ettiğini göstermiştir.
Adını saydığımız terör örgütlerinin yanında, alfabenin pek çok harfinde ifade edilen, yakın zamana kadar, Hafız Esad yönetimi tarafından da kollanmış, irili ufaklı taşeron militan terör örgütleri ülkemize zarar vermektedir. Buradan elbette, eczaneden alınan ilaç reçetesi gibi, kısa vadeli bir çıkış yolu aramak zordur. Ancak unutmamak gerekir ki, Türkiye için çağdaş ekonomi kadar, demokrasi de asla vazgeçilemeyecek bir siyasal tercih sorunudur. Demokrasi sadece değerler açısından değil, güvenlik açısından, ülkenin birliğini sağlayacak temel bir zemindir. Bu zemini ayakta tutacak çerçeve ise, hiç kuşkusuz laikliktir. Laik ve çoğulcu bir demokrasi, küresel koşullarda rekabet edebilen, sosyal devlet tabanına oturmuş bir pazar ekonomisi, Atatürk Cumhuriyeti’nin kurucu değerleri ve çağdaş dünyanın gerekleri arasındaki bir sentez, -olmazsa olmaz- bir konumdadır.
Bu bağlamda, Türkiye’nin Rusya-ABD arasında sıkışan Ortadoğu’ya yönelik dış politikası, “bölgeye ayar veren” bir ağabeylikten çok, söz ettiğimiz yapısı, Batılı kurumlardaki varlığı ve bölgesel hassasiyetlerle bir sentez kuran, çok yönlü ama temel tercihlerini koruyan bir yüzeyde ifade edilmelidir. Laik, demokratik ve çoğulcu yapı, parlamenter sistemde, gücü toplayarak değil, gücü dengeleme-denetleme zemininde sınırlayarak, ortaya konulmalıdır.
Tüm dediklerimizin altını çizerken, toplum her şeyden önce kutuplaştırılmamalıdır. Kutuplaşan ve parçalanan kesimler, ülke içinde potansiyel risklere işaret etmektedir. Terörle ödünsüz mücadele eden, demokratik yapısını da aynı oranda pekiştiren bir vizyona ihtiyaç bulunmaktadır.
Türkiye 1970’lerden beri, terörün değişik yüzleriyle muhatap olmuştur. Ne var ki parçalanan Ortadoğu’da adı değişik terör örgütlerinin taşeronluğu, Cumhuriyet’i ortadan kaldırarak, ulusal yapımızı tasfiye ederek, topyekün bir kaos yaratma üzerinedir. Tam da bu çerçevede siyasetin uzlaşma kültürüne evrilmesi, nefret söylemi yoluyla iç kargaşayı azdıracak bir içerikten kurtarılması beklenmektedir.
10 Aralık 2016, yıl boyu süren terör saldırılarının, yıl bitmeden gerçekleştirilen son halkasıdır. Hain saldırıda yaşamını kaybeden yurttaşlarımıza Tanrı’dan rahmet, yaralılara acil şifalar dilerim…

11 Aralık 2016 Pazar

MUSUL RAKKA HATTINDA “DERİN REFLEKSLER”

http://www.sosyaldemokratdergi.org/?p=2663

Sosyal Demokrat Dergi'de (71/72), Aralık 2016, Musul-Rakka hattını ele aldığım analizim ve 22 Ekim 2016'da Sosyal Demokrasi Vakfı'nın düzenlediği Dış Politika Çalıştayı hakkındaki raporumun tamamını içeren yazılarımı paylaşıyorum.


22 Ekim 2016’da SODEV’in düzenlediği Dış Politika Çalıştayı’nda, barışa dayalı bir “sosyal demokrat dış politika”nın mümkün olabileceği ele alınırken, özellikle konuyu tartıştığımız zeminde öne çıkan başlık, “derin devlet” tarifi üzerine odaklanmıştı. Şöyle ki, 15 Temmuz kalkışması sonrasında, TBMM’ye davet edilen, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, DYP genel başkanlığına seçildiği Büyük Kongre’deki konuşmasında, kendisiyle ilgili “derin devlet” değerlendirmelerine karşı, ilginç bir yanıt vermişti. Partisinin delegelerinin coşkulu alkışları arasında, “derin devlet Musul ve Kerkük’tür” demişti. Yıllar geçtikten sonra, bu söz ya unutuldu ya da çok fazla önemsenmedi.
Yeni Türkiye’nin yeni siyaseti!
Gün geçtikçe siyasal iktidar ve MHP arasında, Türk Sağı’nın geleneksel zemininde, Tanıl Bora’nın tanımıyla “milliyetçi-muhafazakar-islamcı” eksenler yeniden harmanlanırken, bu sözü unutmamak, tekrar bir yerlere kaydetmek gerekmektedir. Siyasetin tepe noktalarından Lozan’a atıflar yapılırken, “toprak kaybı” ve buna dayalı Ağar’ın ifadesiyle “travma,” bir rastlantı sonucu ortaya konulan anlatım değildir. Kimi zaman Osmanlıcı, kimi zaman Türkçü heyecanlarla vurgulanan, “imparatorluk sonrası” bakış açısı, Sykes-Picot’nun 100. yılında, Sevr’in 96. yılında ve Lozan’ın 93. yılında yeniden gündeme getirilmektedir. Uluslararası ilişkiler açısından “stratejik orta boy devlet” sayılan, ekonomi-politik kuramlarda “yarı-çevre ekonomi” diye adlandırılan ülkemiz, Suriye-Irak’ta, Osmanlı’nın kaybettiği toprakları, büyük güçlere karşın yeniden kazanacağına inanıyor mu? Ya da bu “travma”yı güçlü tutmak, başkanlıkla ifade edilen, otoriter ve popülist “yeni Türkiye” hayalini mi diri tutuyor?
Söylemi dışarıda, kurgusu içeride olan “yeni siyaset”, eş zamanlı olarak, haritaların belirsizleştiği “yeni Ortadoğu”da, kendisine farklı hedefler ve tehditler belirlemiş durumda gözüküyor. Bir yandan parçalanan Suriye’de, yeni ABD başkanı seçilen Trump da, önceliği IŞİD’e karşı mücadelede dile getirirken, “ılımlı muhalefet” adı verilen İslamcı gruplarla yeni bir Suriye inşa edilmesine set çekmiş olduğu izlenimini yaratıyor. Türkiye’nin, 15 Temmuz 2016 kalkışması sonrası, Kasım 2015’teki “uçak krizi”nden sonra Rusya’yla ilişkileri hızla iyileşirken Rusya, Suriye-İran yönetimleri hattında, Doğu Akdeniz’de, kalıcı bir gelecek planlıyor. Üstelik Doğu Akdeniz’de Türkiye’de inşasına başlama hazırlıkları içinde olduğu Akkuyu nükleer santrali de -ayrı bir tartışma konusu olarak- varlığını koruyor.
İşte tam da bu noktada, Türkiye’nin Rusya’yla Ortadoğu’daki temel konulardaki zıt yaklaşımlarında, Türkiye tarafında, ister istemez yumuşama beklentileri artıyor. Ne var ki, Türkiye-İran arasındaki bölgesel rekabet, sadece son zamanlarda değil, asırlardan beri süren bir mücadelenin devamı olarak algılandığından, her bir konu başlığında başka çatışma alanları ortaya çıkıyor. İran, Suriye’de Esad’la müttefikliğini askeri işbirliğiyle yoğunlaştırırken, Irak’ta merkezi yönetimi elinde tutan Şii Araplar’la, fiilen ortak askeri operasyonları yönetiyor; siyasal nüfuzunu arttırıyor. Haşdi Şabi adındaki milis güce destek vererek, Devrim Muhafızları ve dini lidere doğrudan bağlı, Kasım Süleymani komutasındaki seçkin Kudüs Gücü’nü seferber edip Musul’a yönelik silahlı müdahalede birlikte bir tutum sergiliyor.
Tutarlı vizyon olmayınca politika da dağınık oluyor
Durum, siyasal iktidar açısından etnik ve mezhepsel bağlamda ele alınırken, Osmanlı büyük parantezinde belirginleşen Sünni ekseni de, kendi içinde farklı hassasiyetlere bölünmüş bir ortamı yansıtıyor. Sünni Araplar üzerinde, geleneksel zeminde, maddi ve kültürel vesayetini hissettirmeye çalışan Suudi Arabistan, sözgelimi sözde Arap Baharı sonrasında, Mısır’da darbeci Sisi’ye Körfez ülkelerinden sağladığı 8 milyar dolarla, bir nevi darbe sponsorluğu yaparken, Türkiye’deki siyasal iktidarın, en değer verdiği kurgusunu ve hayalini zedeliyordu. Zira, dış politika çalıştayında da vurgulandığı üzere, siyasal iktidarın Mısır-Suriye yüzeyinde tasarladığı “İhvan kuşağı”, Mısır sonrası büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Türkmenler ise sadece sıkışık dönemlerde anımsandı; bu zeminde politikalar, bölgeye yönelik İslamcı refleksler yeterli olmadığında, milliyetçi desteği içeride sağlamak üzere ifade edildi.
Suriye’de, Esad, “Suriye’nin gerçeği” olarak yeniden meşruiyet zemini kazanırken, Suriye’nin kuzeyinde, PYD çerçevesinde oluşan kantonlar, bir başka “tehdit başlığı” olarak eklendi. Suriye’de, İhvan bağlamında bir yönetim hayal edilirken, “üç kanton”, siyasal iktidarın “yeni tehdit algılaması”nı pekiştirdi. 24 Ağustos 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’ya verdiği destekle, Fırat Kalkanı Operasyonu, üç kantonun birleşmesini, bölgede bir “PYD koridoru”nun oluşmasını engellemek amacıyla başlatıldı. Siyasal iktidar, “kırmızı çizgi” olarak belirlediği “Fırat’ın batısında”, Menbiç’te, PYD varlığına karşı, rahatsızlık duyuyor. Bu çerçevede 90 km uzunluğundaki ve 40 km derinliğindeki “müdahale hattı”, El Bab’a doğru genişletilme potansiyeli içeriyor. Bununla birlikte, daha aşağıda Halep’te, Rusya-Esad güçlerinin hedeflerini tamamlamasına ilişkin bir “momentum” geçerli. Suriye-Irak hattında, Rakka’dan Musul’a uzanan çizgide IŞİD tasfiye edilirken; Türkiye’nin, önce Esad sonra da PYD konusunda büyük güçlerle yaşadığı çelişkiler, aslında yazının başında vurguladığımız, “derin reflekslere” gönderme yapıldığını vurguluyor.
Her ne kadar Lozan haritasının “yetersiz” olduğu iddiaları fiilen çok fazla bir karşılık bulmasa da Şii Araplar, -Barzani dışında- bir kısım Kürtler, Esad yönetimi, İran, ABD ve Rusya’yla çelişen, bir dış politika var. Bu politikanın heyecanı fazla, ideolojik vurgusu yoğun; askeri ve ekonomik bağlamda da müdahale gücü fazla olmayp özellikle Suriye-Irak hattında bir bilançoyu öne çıkarıyor.
Türkiye’nin, Atatürk’ten beri süren, laik ve barışa dayalı dış politikası, “restorasyon” adı altında, bir “geriye dönüş” metaforuna odaklanırken, “tarih, 1920 mi, 1918 mi, 1916 mı, 1912 mi olacak?” bilemedim. Halbuki bu zamandan sonra beklenen, bu anlayışı daha da ileri götürerek, laikliğin yanısıra -çalıştayda da belirtildiği üzere- demokratik, çoğulcu ve adem-i merkeziyetçi bir Ortadoğu’nun öncüsü olmak gerekirdi. Bugünkü ortamda pek mümkün gözükmese de, Dış Politika Çalıştayı’nda ele alındığı çerçevede, liberal-idealist, muhafazakar-realist dış politika kuramlarının yanında, ülkemizde ve dünyada; insana, barışa ve emek katmanlarına dayanan bir sosyal demokrat dış politikanın, evrensel bağlamda kurgulanması ve uygulanmasına ihtiyaç var.
Görünen o ki, daha çok uzun bir yolumuz var…
(Dış Politika Çalıştayı’nın özeti ektedir)
*Yard. Doç. Dr. Deniz TANSİ
Yeditepe Üniversitesi
dtansi@gmail.com
22 Ekim 2016 tarihinde, SODEV’in Gönen Otel/Taksim’de düzenlediği “Dış Politika Çalıştayı-Ortadoğu’da Barışçıl Çözüm” toplantısına, SODEV Başkan Yardımcısı Ferihan Karasu, SODEV Genel Sekreteri Ertan Aksoy, Yrd. Doç .Dr. Deniz Tansi, Prof. Dr. Meral Öztoprak, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Tuğtan, emekli diplomat Aydın Sencel, Erdoğan Aydın, Fehim Işık, Yrd. Doç .Dr. Behlül Özkan, Emre Özkan, Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, Yrd. Doç. Dr. Burak Cop katılmışlardır.  Ayhan Keçecioğlu ve Sinem Oylumlu toplantının raportörlüğünü yapmışlardır.
Birinci oturum:
Yrd. Doç. Dr. Deniz Tansi’nin moderatörlüğünde gerçekleşen ve tüm gün süren toplantıda, Tansi’nin kısa bir Ortadoğu sunuşundan sonra, sabah oturumunda daha çok, mevcut sorunların tespitleri yapılmıştır. Mehmet Ağar’ın yıllar önce DYP Büyük Kongresi’nde ifade ettiği “derin devlet Musul’dur, Kerkük’tür” sözüne atıfla, Türkiye’deki tartışmalarda, dış politika konularının iç politika malzemesi haline getirilmesi, 2017’deki olası bir başkanlık plebisitinde, gayrı resmi olarak, adeta “Musul ve Kerkük”ün de sandığa sunulacağı algısının yaratılacağı öngörülmüştür. Sağ iktidarların, Lozan’ın yarattığı statükoya 1950’lerden beri yaptıkları atıflarda, kaybedilen topraklara yapılan imaların, yayılmacı bir görünüme kavuştuğu ifade edilmiştir.
Buradan hareketle, değerlere dayalı gözüken dış politika gündeminde -günümüzdeki yeni Osmanlıcılık akımında da görüldüğü üzere- Menderes’in 1950’lerdeki “küçük Amerika”sı, 1980’lerde Özal’ın “bölgesel süper gücü” başlıklarında da belirtildiği zeminde, aslında bir nevi taşeron politikası güdüldüğü ortaya konulmuştur. 1947’de ABD Başkanı Truman’ın, ABD Kongresi’nde kendi adına Kongre’de oylanan doktrini öncesinde, “Yunanistan’ı kaybedersek Türkiye’yi, Türkiye’yi kaybedersek bütün bir Ortadoğu’yu kaybederiz” sözünden de anlaşılacağı gibi, aslında milliyetçi-muhafazakar söylemin, Ortadoğu’daki taşeronluğu kendi elleriyle meşrulaştırdığı tespitleri yapılmıştır.
Bölgede 1916 Sykes-Picot ve 1920 San Remo Konferansı’nda üretilen kolonyal haritalarla bugünkü sorunların yaratıldığı vurgulanırken; bir kısım konuşmacılar, kurucu iradenin “Yurtta barış, dünyada barış” üzerine odaklanan dış politika vizyonuna olumlu bakmakla birlikte, özellikle Kürt sorunu zemininde, 1921’deki Teşkilat-ı Esasiye temelindeki düzenlemelere atıfta bulunmuşlardır. Bununla birlikte, diğer bir perspektifte, Sol’da öne sürülen temel çelişkinin, Marks’ın belirttiği düzeyde, “emek-sermaye” çelişkisi olduğu, bölgede kimliklere dayalı bir bakışın Sol bir seçenek sağlama konusunda çözüm olamayacağı anlatılmıştır.
İkinci oturum:
Bu oturumda daha çok çözüm önerileri sunulurken, özellikle demokrasi vurgusu ön plana çıkmıştır. Davutoğlu’nun paradigmasının hayallerle dolu olduğu, bölgedeki kaosa yatırımda bulunduğu vurgulanmıştır. AKP’nin, Suriye ve Mısır’da “İhvan kuşağı” kurarak bölgesel vesayet tasarladığı, ancak evdeki hesabın çarşıya uymadığı ileri sürülmüştür. SODEV zemininde olduğu gibi sosyal demokrat sivil toplum kuruluşlarının doğrudan bir siyasal partiye hizmet etmekten çok, strateji çizilmesine ön ayak olması, düşünce kuruluşu bağlamında politikalar üretmesi gereği üzerinde durulmuştur.
Laiklik, çoğulculuk ve adem-i merkeziyet temelinin, hem Türkiye hem de bölgede temel eksen haline getirilmesi, böylece kalıplaşmış sorun ve açmazların, uzlaşmayla çözülmesi için sağlam bir çerçeve oluşturulacağı belirtilmiş; bunun bölgede çatışmacı siyasal kültürü, uzlaşmacı bir siyasal kültürle değiştireceği öngörüsü dile getirilmiştir.
Güçlendirilmiş parlamenter sistemden yana bir profil çizilirken, 1982 referandumundaki otoriter yapının 2007 ve 2010 referandumu ile pekiştirildiği anlatılmıştır. Cumhurbaşkanına tanınan sınırsız yetkilerin 1982’den kaynaklandığı; yürütmenin başı haline getirilen cumhurbaşkanlığı makamının anayasal olarak sorumsuz olmasının, bir siyasal güç orantısı sorunu ortaya koyduğu söylenmiştir. Yetkileri sembolik olması gereken makamın müdahaleci bir rejimin simgesine dönüştürüldüğü kaydedilmiştir. Dış politika oluşumunda demokratikleşmenin olmazsa olmaz olduğu defaatle belirtilmiştir.
Selefi örgütlere ülke içinden lojistik desteğin kesilmesinin ve sınır kontrolünün ülke içi mücadele için gerekli olduğu belirtilmiştir. Suriye’de silahlar susup müzakereler başlayana kadar Şam ile Ankara’nın anlamlı ilişki kurması, Baas rejimi ve Şam rejiminin meşru siyasi güç olarak tanınması gereği ifade edilmiştir. Şam rejiminin meşru güç olduğu konusunun Brzezinski tarafından bile kabullenildiği vurgulanmıştır.
Bölgede ABD ile birlikte, özellikle Rusya’nın Suriye-İran üzerinde, Doğu Akdeniz’den Basra’ya bölgesel bir etkinlik kurduğu, Kasım 2015’teki “uçak krizi”nden sonra, aralarındaki ihtilafa rağmen, 15 Temmuz sonrası, Türkiye-Rusya yakınlaşmasına dikkat çekilmiştir.
Dış politikada AB vizyonunun bir kenara bırakıldığı izleniminin son derece yanlış bir algı yarattığı; yayılmacı hayallerin yeniden ısıtılıp dünya kamuoyunun gündemine taşınmasının son derece tehlikeli bir yol haritası çizdiği tartışılmıştır.
Türkiye’nin dış politika parametreleri ele alınırken, AB perspektifine değinilmediği anımsatılmıştır. Ortadoğu’daki belirsizlik ortamında, haritaların hızla değiştiği şu zamanlarda en azından söylemin savaşçı değil, barışçı olması gereği yinelenmiş, Türkiye kışkırtıcı değil, birleştirici bir rol üstlenmesi gereği öne çıkarılmıştır. Türkiye’nin kendi konumu gereği deneyimini ve Batı vizyonunu birleştirmesi zorunluluğu, AB katılımcı üyesi, Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi ve NATO üyesi statüleri bağlamında ele alınmıştır. Atatürk’ün ortaya koyduğu, barışa dayalı statüko anlayışının, günümüz koşullarıyla güncellenerek geliştirilmesi gereği vurgulanmıştır.
Tüm bu tartışmaların sonunda, idealist paradigma-liberal düşünce, realist paradigma-muhafazakar düşünce arasında, uluslararası ilişkiler kuramları sıralanırken, mevcut toplantının ileride bir sosyal demokrat dış politika konuşulacaksa, bu hedef doğrultusunda mütevazi bir katkı sunması dileği ifade edilmiştir.